kurdistan tarihi, felsefe, din,

16 Ağustos 2021 Pazartesi

KÜRESELLEŞME ve ÇEVRE SORUNLARI..!

 


Küreselleşme ve buna bağlı gelişen çevre sorunları, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünya gündemine oturmuştur.

Küreselleşme politik, ekonomik, kültürel, teknolojik ve tüm toplumsal gelişmeleri tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Sermayenin serbest dolaşımını sağlamak için, çok uluslu şirketlerin kullandığı bir propaganda sloganı olsa bile, ulusal sınırların önemini ortandan kaldıran ve dünyanın çehresini değiştiren bir süreçtir.

Çevre / iklim sorunları ise bilim, teknoloji ve buna bağlı endüstrinin ileri bir boyut kazanarak dünyanın geleceğini tehdit eden kirlenme ve bozulma süreci olduğunu söyleyebiliriz.

Amerikalı siyaset bilimci ve düşünür F.Fukuyama küreselleşme ideolojik savaşlara son verecek, demişti.  İnsanlık tarihinin aynı zamanda savaşlar ve göçler tarihi olduğunu, savaşların önce küçük  kavgalarla başladığını, sonra hanedanlar, krallıklar, imparatorluklar ve en son ulus devletler tarafından sürdürüldüğünü söyleyen Fukuyama, bu süreç sonunda savaşların  ve tarihin de bittiğine dikkat çekiyordu.

Başka bir Amerikalı siyaset bilimci olan S.Huntington buna itiraz ederek, savaşların yeniden başlayacağını, hem de bu savaşların büyük boyutta olacağını  ileri sürmüştü.

S.Huntington, eskiden devletler savaşırken önümüzdeki süreçte kültürler dinsel fay kırıklarıyla çatışacak., diyordu. 

Bu iki siyaset bilimci bunları tartışırken henüz IŞID gibi radikal dinci örgütler piyasaya çıkmamıştı.

Elbette sadece İslami örgütler şiddete başvurmuş değildir. Hıristiyanlık ve Yahudilikte de savaş ve terör eylemlerini meşrulaştıracak söylemler vardır. Bu nedenle dine dayalı savaş ve terörizmi sadece İslam için ileri süremeyiz. Nitekim S.Huntington en büyük çatışmanın batı medeniyetinin dayandığı Hıristiyanlık ile Ortadoğu medeniyetinin dayandığı İslam arasında geçeceğini söylüyordu.

Hıristiyan batı, Rönesans’ın açtığı yolda bilim ve akıl ile dini radikalleşmeyi törpülerken, -ne yazık ki- İslamist güçler dogmatizmle beslediği kitleleri radikalleştirerek dünyaya terör ve savaşı dayatmış ve ihraç etmiştir. Nitekim  11 Eylül Newyork saldırısıyla batı İslam’a karşı gardını güçlendirmek için, Arap baharıyla kendi demokrasi kültürünü İslam coğrafyasına taşıyıp, yaygınlaştırarak sosyo-ekonomik bir savaşa öncelik vermiş ve beraberinde radikalleşen kitleleri kendi içinde çatıştırıp, kullanma yolunu seçmiştir.

Çünkü günümüz dünyasında sosyo-ekonomik, teknolojik ve enformatik gelişme küreselleşmede belirleyici rol oynuyor, dolayısıyla bu alanda güçlü olan savaşı da kazanmaya daha yakın olur.

Böyle olunca ülkeler veya gücü elinde bulunduran odaklar, süreci kendi lehlerine çevirmek için ellerindeki bilim, teknoloji ve enformasyon içeren tüm kozları kendi çıkarları için  değerlendiriyorlar.

Geri kalmışlığımız ve sanayide ithal ikameci bir toplum olmamız bizi kısmen bağımlı kılıdığı için,  küreselleşmede büyük güçlerle boy ölçüşmek yerine tabi olmak zorunda kalıyoruz.  Ancak AB, ABD ve NATO gibi güçlerin şemsiyesi altında bizden daha geri kalmış komşularımıza ve muhaliflerimize de horozlanarak tatmin olmaya çalışıyoruz.

Nihayet son zamanlarda meydana gelen ve iklim sorunları diye ifade edilen orman yangınları, sel felaketleri vb gibi doğal afetler karşısında gücümüz olmadığını ve dünyanın da bizi kıskanmadığını fark ettik.

20 yıldır sürdürülen gerici eğitim anlayışıyla iklim değişikliğinin ve yarattığı sorunların duayla bertaraf edileceğine inandırılmıştık, ta ki orman yangınlarında Cübbeli’nin reçetesinin yandığını görünceye kadar! 

Uyanmışlarsa bilim ve aklın gücü olmadan savaşlara ve doğal felaketlere karşı korunamayacağımızı da düşünmeye başlamışlardır, herhalde.

İnsanoğlu tarihsel süreçte hem kendisi ve hem de doğayla savaşmıştır.

Cehalet savaşlarında önce birbirlerini yenmeye ve savaşmaya başlamış ve kendisiyle olan mücadelede örgütlenerek aşiret, millet ve devlete giden süreçte silahları, silahlar savaşları, savaşlar da göç ve uygarlıkları ortaya çıkarmıştır.

İkinci savaşında ise doğaya karşı mücadele ederek doğayı ıslah ve kontrol etmeye çalışmıştır.

Doğa ve insanla savaş bilimi, bilim teknolojiyi, teknoloji ise sanayileşmeyi, yani fabrikalaşma ve endüstriyi geliştirerek çevre sorunlarına yani dünyanın hızla kirlenmesi ve iklim değişikliğine sebep olmuştur. Nitekim son orman yangınları ve sel felaketlerinin sebebi de doğaya karşı yürütülen savaştır.

Kazdığımız kuyuya düşüyoruz!

Yangınlar ve sel felaketlerindeki hazin tabloları dikkate alıp doğayla barışma süreci başlatacak iradeyi göstermek için, geç kalmış değiliz, eğitim ve enformasyon seferberliği toplumsal farkındalık yaratmaya yeter, çünkü başka yaşanacak dünya yok.

Sadece doğayla barışmak yetmiyor, insanla da barışmak gerek. İnsan hakları ve demokrasiyi içselleştirerek, çevre bilincini geliştirip insan ve doğayla barışmanın yollarını da tartışabilmeliyiz.

Yakın çevremizden başlayarak, bireysel ölçekte doğa ve insanla etkileşimde ne kadar bilinçli, gözetici ve yapıcı olduğumuzu düşünme vaktidir. Zira yerelden tüme doğru evirilen bir sorunla karşı karşıyayız. İklim/çevre sorunlarının insan üzerindeki etkilerinin en yoğun yaşandığı alanlar sadece kırsal kesimler ya da piknik alanları da değil, yerleşim birimleri olduğunu da bilmemiz gerek.

Yerleşim birimlerinin su, enerji ve ham madde kullanımı ekolojik tahribatı arttırdığı için, nüfusun temel ihtiyaçlara erişimi tehdit altına girmektedir.  Özellikle kırılgan nüfusun barındığı varoşlar gibi dirençsiz yaşam bölgeleri bu durumdan daha çok etkilenmektedirler. Bu alanların kentin diğer bölgelerine göre teknik altyapısının daha yetersiz, kentsel hizmetlere erişimde de daha kısıtlı mekânlara ve imkanlara sahip oldukları bilinmektedir.

Şöyle bir dönün, yaşadığınız çevreye bakın, eminim ki bu gerçekliği görürsünüz ve ayrıca sorunları saymakla bitiremezsiniz, ama unutulmamalı ki bu sorunları yaratanlar yine bizleriz, doğa değil. Altyapı ve sosyalizasyon  hizmetlerini yerel ya da merkezi otoriteye havale ederek sorunun içinden çıkamayız, zira tüm sorunların çözüm iradesi ve başarısı bilinçli ve örgütlü olmakta yatar.

Bu sorunlarlailgili farkındalığının oluşmasında sosyal bilincin önemli bir etkisi vardır.  Farkındalığın arttırılması için, özellikle eğitim kurumlarında çevre sorunlarının işlenmesi, stk’lar ve iletişime açık sosyal alanlarda göz önünde bulundurulacak materyallerin sergilenmesi önem arz ediyor.

Gelecek nesillere temiz bir çevre ve korkusuz bir gelecek bırakmanın tek yolu bilinçlenerek farkındalık yaratmaktır, aksi takdirde milliyetçi hezeyanlar, yangınlar, sel felaketleri ve depremlerle ölmeye ve öldürmeye devam edeceğiz.

Dolayısıyla huzurlu bir yaşam için, doğa ve insan odaklı düşünmeli ve otoriteleri buna zorlamalıyız.

Yoksa acı ve hüzün kaderimiz olacaktır.

Fikret YAŞAR


 Kaynak: "Yerel Küresel Döngü"- Prof.Dr.A.ÖZER


2 Ağustos 2021 Pazartesi

EĞİTİMDE KADRO, KAYNAK ve MEKANIN ROLÜ!

 

                                                                                                
                                                                

Yenilenmek için değişim gerek, değişim için, eğitim şart..!

Değişen dünya ve hayat koşulları akla ve bilime iltifat edip, sorgulama ve araştırmayı dayatıyor, bu da esaslı projeler üretip toplumla buluşturmayı sağlıyor.

Bunu başarabilirsek eğer, gelişen batı toplumları gibi aklı ve bilimi egemen kılarak gelecek nesillere deneysel bir miras bırakabiliriz. Ancak görünen köy yakın gelecek için umut vermiyor.

Bizim gibi geri kalmış toplumlarda insanla uğraşmanın, eğitim ve öğretim işinin zorluğu üstüne tartışmalar sürerken, gelişen toplumlarda öğretme ve eğitme işinin kolaylığı gözler önüne sergileniyor. Çünkü gelişmiş toplumlar, eğitim ve öğretim sistemlerinde aklı ve bilimi referans almışlar. 

Bazı eğitimcilere göre öğreten, ne öğretmesi gerektiğinin farkındaysa, liyakat sahibiyse, nasıl öğretmesi gerektiğini biliyor ve konuya da hâkimse eğer, bildiklerini aktarabilir. Buna göre öğretme bir bilim, öğretmen de bir bilim adamıdır.

Bir başka görüşe göre de, öğretenin özel yeteneklerinin olması gerekiyor ve bu özel yetenekleri bir sanatçı edasıyla pratize ederek, öğretme işini daha anlaşılır hale getirebiliyorsa, öğreten aynı zamanda bir sanatçıdır. Bu iki iddiayı yan yana getirdiğimizde öğretmen hem sanatçı, hem de bilim adamıdır, diyebiliriz. Çünkü öğretmen; Sanatını sergileyerek, bilimini öğreterek,  eğitim hizmetini kontrol eder. Ancak bu iki özellik insanla özdeşleştiğinde onu tamamlayan esas ayağın karakter olduğu da unutulmamalıdır. Zira kişi ne kadar bilgili ve ne kadar sanatçı olursa olsun sahip olduğu kişilik özellikleri yaptığı işi değerli kılar, dolayısıyla öğretme işi yalnızca öğretenin kendi sahasında yeterli olması değil, kişiliği de önem kazanır. Öğretme sırasındaki tutumu, tavrı ve genel kişilik durumu yeterli değilse, öğrenciler üzerinde etkiye sahip olamaz.

Sonuç: Güçlü karaktere sahip bir öğretmen hem bir sanatçı, hem de bir bilim adamıdır.

Ayrıca, aynı zamanda "bilginin" elçisi olmaktır, öğretmenlik.

Bilgi ise mikrodan makroya tüm canlı ve cansız varlıkları var eden, şekillendiren, programlayan, yani kader biçen, biçim kazandıran, değişim dönüşüme tabi tutan, zamanlayan, formüle edip şifreleyen ve bize şah damarımızdan daha yakın olan güçtür. Her atom, her molekül ve her zere-i mıskalda şifrelenmiş bilgi vardır, her bir şifre farklı bir oluşuma ve kimliğe sebep olmuştur. 

Varoluşun sebebidir bilgi!

Bu varoluş hikayesinde insanın farklı bir role sahip olduğunu görüyoruz. Bu rol bilgiyi işleme ve dönüştürme rolü, bu da ona tanrısal vekaleti, yani yaratıcı rol kazandırıyor. Nitekim kutsal kitapta der ki (Bakara 30):’ yeryüzünde kendime bir halife/vekil tayin ettim.’ Ancak bu tanrısal vekâlet yetkisini kullanabilmenin tek yolu bilgiyle tanışma, özümseme ve aydınlanma, yani ham halden mamul hale gelmedir.

İşte bu ham hali mamul hale getiren aktör  yönetim kadrosu, öğretmen ve eğitim sistemidir.

Kısacası bilgi; İnsanı insan eder.

Geçen cumartesi günü “Yüksekova’daki ÖZEL Matematik Bilim Kursunda (Final Dershanesi) 2021 yılı üniversite seçme ve yerleştirme sınavlarında başarılı olan gençlerle buluşma toplantısına katıldım.

Tıp, mühendislik, hukuk ve diğer bölümleri kazanan öğrencilerin sayısı sevindirici düzeydeydi ve bu nedenle de Yüksekova adına gururlandım, zira okumaktan, bilgilenmekten başka şansımız olmadığını düşünüyorum, bizi içinde bulunduğumuz mağduriyetlerden ancak eğitimdeki başarılar kurtarabilir.

Eski adıyla dershanelerin, yeni adıyla kursların bu başarıdaki rolleri yadsınamaz.

Dershane/kurslarımızın başarıya süreklilik kazandırabilmeleri için, devlet okullarıyla rekabet koşullarında yerelde uyum sağlamaları gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu uyum ilçenin eğitimdeki kalite standardını belirleyecektir. Bunun için kadro, kaynak ve mekân gibi faktörlerin güçlü bir iletişim ve donatıya sahip olması gerekiyor. Dershaneler birliği yönetimiyle taçlandırılıp toplumun özel öğretim kurumlarına olan güveni sağlanmalıdır. Ayrıca bu kurumları yerel rekabet koşullarında toplumsal değer ve sorumluluklarımızın bilinciyle geliştirip markalaştırmak arzusu da taşımalıyız, zira başka türlü bilinç düzeyi gelişmiş, sorgulayan, araştıran, proje üreten ve sorunları demokratik platformlarda demokratik çözümler üretme başarısı gösteren bir toplum olamayız.

Gever’ in eğitim hizmetlerinde daha çok başarıya ihtiyacı var.

Daha çok başarıyı kazanabilmenin yolu eğitim kurumlarında analitik düşünme yönteminin öğretilmesiyle mümkündür, bu yöntemin daha çok dershanelerde ortaya çıktığını görüyoruz, zira dershanelerde öğrenciler daha özgür ve öz güvenle davranıyor, yani -öğrenciler- okuldaki katı disiplin ve cezalandırmaların dershanelerde esnetildiğinin farkında ve bu nedenle de kendilerini ifade edebilme rolünü cesaretle sergileyebilmektedirler. Bu da öğrencileri daha aktif, başarılı ve üretken yapmaya yetiyor.

Dolayısıyla, özgür ortamlarda güçlü kaynak, güçlü kadro ve doğru mekân arzusuyla gençlerimizi buluşturduğumuz zaman özgün birey ve başarıyı yakalamak mümkün olur.

Öğretmenlerimizin de aidiyet fikriyatıyla ekonomik kaygı düşünmeden sistem içinde pozitif değişimler yarattıklarına şahit oluyoruz, aksi takdirde gelişmiş batının sosyo-ekonomik imkanlarıyla yarışta bu denli başarılı olunmazdı.

İl birinciliğinin Yüksekova’da olması da ayrıca takdire şayan bir gelişmedir, zira il ve ilçe olanakları kıyaslandığında il her zaman avantajlı durumdadır. Buna rağmen; İlçe  imkanlarıyla güçlü eğitim kadrosu, zengin kaynak, doğru mekan ve rasyonel bir eğitimle başarı çıtası ilin üstüne çıkarılmıştır.

Tüm bunlara ebeveyn ile öğrencilerin katkısını da eklemeyi unutmamak gerek.

Bu başarıda başat rol alan eğitim kadrosu, veli ve öğrencilerle beraber pozitif dokunuşlarla katkısı olan herkesi kutluyorum.

Fikret YAŞAR

13 Mart 2019 Çarşamba

Helepçe, Birîna Xencerê ye!


Kom kujî ya Helepçe mîna xencerek jengî ser dilè Kurdan daçkilî ye.
Her demèn baharè, heyvèn Adarè birîna me dikiwije û dilè me disoje.
Bèhna sèvan jî Helepçé tîne bîra me, çimkî bèhna çekèn kimyevî vekî bèhna sèvan kuç û kolanan, der û pencerènda qesta jîyana Kurdan kirî bu.

Wekî mirov bera xwe bide te dîroka Kurdistané, şîn û tazî, girtin û kuştin û koçberî lè kêm ne bu ye.

Helbet ne tenê Helepçê qetlîam bu ye, dîroka me  ya nêz de; Başur û bakur, rojhelat û rojava û Kurdistana Kafkasyayê komkujî pêk hatine. Kurdistana  Sor, Gelî yê Zîlan, Dérsim, Koçgirî, Mehabad Kamîşlo û çend damezrîn û berxwedanén Kurdan da girtin, kuştin û koçberî heye.

Bes Helepçe yekemîn e bo çekèn kimyevî pêk hatî ye.
Wek Hîroşîmayé piştî bombebarané hezaran kes mirin û seqet man.

Wekî té zanîn salèn 60'tan da heta sala 70'yê da  hukumeta Iraqè nîyeta peymanek aşitîyè li gel Kûrdan hebu, ku muxtarîyeté bide Kurdan, bes nijadperestén Ereban Kerkuk kirine bahane û nehélan Peyman pék bét. Vê demê Emerîqayê vasita şahê İranê ve alîkarîya Kurdan tikir. Wekî sala 70 - 11'ê Adaré peymana otonom'îyê pêk hat, Emerîqayê alîkarîya xwe qetand. Seddam'i Kerkuk kire bahane peymana otonomî yê têk bir. Ji gel Şahê İranê welatê Cezayirê peymanek pêk îna û hember Kurdan Şatul Erep da İranê, da ku İran alîkarî yê nedete Kurdan. Davîyè da tèkçuna 75'ê qewimî.

Salén 80’é da jî İran û Iraq bihevra ketin şer. Wî şerîda her du dewletan Kurd ajotine enî ya şer. Çimkî Kurd bindest bun, ol baverî jî bi çanda serdestan ra dişopandin. Li gor ol û baverî yé jî Kurd mecbur bun ku îtaaté serdestén xwe biken.

Çimkî aqlè Kurdan destè dijmin da bu, ev jî bo gelê Kûrdan barek giran û baha bu.

Mezin dibêjin :" aqlè sivik, barè giran e." Qemî eve bo Kurdan hati be gotin.

Şerè İran û Iraqê'da leşkerè İran'é alîkarî ya Kurdan ve pèşkevt û derdora Helepçe istand, Seddam vè tèkçonê tirsîya û biryara şer û komkujî yè da.
31 sal berê nihe îro balefrén Seddam ser bajarè Helepçé firîn û bombebaran kirin.
Wè demè suçeke heré mezin û heri giran, yé dîrokî hember Kurdan biçekên kimyevî re pék hat.
Zarok, jin, pîr û kalén Kurdan bi béhna sévan ve qesta miriné kirin.
Ji hingî pèda heta îro bo Kurdan béhna sévan mîna béhna miriné ye.
Sèv xwarin ji me heram buye, çi gava sèvekè bixwem bèhna Helepçè tè ber kepè min, dile mi dikivije disoje û gemgîn dibim.
Wekî evrên bimbebarana kimyevî ser Helepçê belav bun, bêhna sêvan kete kuç û kolanên helepçê. Zarokên Helepçê jî bi keyf, bi coş der pencere vekirin,  da ku béhna sévan teji mal be, bes nezanî bun ev béhn, béhna miriné ye.
Seddam’i, sala 86’é heta 88’tan da hember Kurdan “tevgera enfalé” pêk anî
Walakirina bajar û gundan li gel îşkence û kuştunan re berdewan kir.
Tevahî ya tevgera  enfalé heta ku geheşte dema Helepçé, set hezaran Kurd hatine Kuştin û seqet man.
Bombekirina  atomé li Hîroşîma yê  5 hezar kes seqet ma bun,  bes gor çavkanî yan, Helepçé   7 hezar kes seqet ketin, hin jî zèdetir koçber bun.

Té zanîn ku nawbera salén enfalé herî  kém 150, an jî zèdetir 180 hezar Kurd hatine qetil kirin û hinek jî berze bun. Davî ya Enfal û komkujîyê da milyonek Kurd jî koçber İran, Turkiye, Suriye û welatên dî bun.

Wek, hindek caran televizyon lèkolîna çalén komkujîyè nîşan tide, merov insanetî û mislumanatî yè ditirse û şerm dike.
Çimkî wekî çav û dilè insan tarî  di be, wehş dibe mîna ajalan.
Hela, dagirkerén Kurdan pitir  çav tarîn e. Serayî de sîyaseta biratî ya ummetê ser me rê diben.
Eslê xwe da li gor wan, Kurd ne Misilman in,  ji ber hindè jî çalakî yén komkujî yè ser Kurdan bidomîn in.
Serdestên Kurdan, piştî Helepçè jî ne rawestan, bajarèn Kurdistanè yèn dî vekî Helep, Efrîn, Şengal, Kobanî, Musil, Kerkuk, Amed, Şernex, Cizîr, Slopî, Gever û Nisèbîn  vèran kirin.
Bes dibe bète zanîn ku komkujî ya Helepçè û yèn bajarèn dî wek Hîroşîmayé rureşî ya dinyayé ye.
Çimkî dinya hember qetlîaman bè deng ma bu.
Dema qetlîama Helepçè da yêkitî ya dewletên İslami jî ser pirsgirikèn civata Islamî da civînêda bun, qet behsa helepçé ne kirin, belê behsa pirsgirik a Kosovayê dikirin.

Bo çi?
Ber ku hinek ji wan dewletan desthilatdar û dagirkerén Kurdistanè bun, li gor berjewendîyèn devletèn xwe da bè deng man.
Davî da welatèn bîyanî Seddam û kimyasal Elî darizandin û dardekirin, bes ne bona komkujî ya Kurdan, bona sucèn dî.

Gelo; Helepçe an jî qetlîamén dî mina xencerek jengî li ser dilé Kurdan da daçkilî ye, bes heyf muxabin Kurdèn devşîrme -héj- hay ji xwe û hay ji vé êşa xenceré nîn in.

Di be ku ev birîna xencerè her daîm bi éşe, da ku Kurd bizane bo çi tène kuştin!

Qemî bizanin ku Kurd miletekin.

Zimanek wan heye.

Welatek wan heye.

Hela kesén oldar û xayi baveri yé tibe bizane ku ev mafe, mafèn îlahî ye.

Li gor kitéba Misilmanan ev mafene li alî yé Xwudê ser Kurdan ferz bu ye.
Sure ya Hucurat ayeta13'è da dibéje: “ ...me, hun jin û mérekê afirandin û qevim, qevim cuda kirin, da ku hun hev du binasin û tékelîyan pék bînin.”

Sure ya Rum ayet a 22’yè de ji dibéje:” ...me erd û asîman, renk u ziman da heve...”.

Li gor van ayetan, mecburiyetek kevîte ber Kurdèn oldar, da ku mafén îlahî biparézin û çavlikeré serdestan nebin, çimkî kesé mafén xwe yèn îlahî ne razîbe, vusane ku teqdîra îlahî jî ne razîye, ev jî şîrk e!

Di be ku Kurdèn oldar bizanin îbadetè herî mezin jî eve ku, mirov mafén xwe yén îlahî xweyî derkeve, da ku ne be èxsîr û xulamê dagirkeran. Kesên mafén gele  xwe xweyî ne derkevin, dé hember Xwoda û dîroké dè şermizar bin.

Belè, em xemginin ji bo dîroka  Kurdan çika şîn, tazî, girtin û kuştin têda he ye, belè  dibe em bizanin jî tevgera azdîyè gav bi gav pèş ve diçe.

Her pénç parçèn Kurdistané de hest û ramanèn Kûrdewarî jî roj bi roj, péngav u péngav péş dikeve.

Èdî, hèdî, hèdî, aqlé Kurdan bindestî ya serdestande der dikeve û Kurd hédî, hédî biaqlé xwe hizir û hestén xwe tevgera azadî yè qahîm diken.

Ya zor û girîng jî ew bu, ku, Kurd aqlé xwe destên neyaran xelas bike. Ku bizane heta îro serdestan pé rév û çanda xwe aqlè Kurdan emel kirî ye.

Belè em zanin ku Kûrdan hevceyî aqlé van û réberî ya van nîne, çimkî Kûrd xweyî çandek zengîn û qedîm e.

Bîranîna Helepçé û zulma ser Kurdan ré ya tekoşina azadiyé de motivasyoneke herè mezin e.
Bîrbînin, da ku hun hay ji xwe bin.

Fikret Yaşar

8 Kasım 2018 Perşembe

Yerel Yönetimler, Demokrasi ve Kentleşme



Yerel yönetimlerin siyasi gerekçesi demokrasinin kaynağı ve beşiği olmasında yatmaktadır.
Yerel yönetim; Merkezi yönetimden kısmen ayrıdır, yani kendini yönetme yetisi olan ve karar organlarını seçimle iş başına getiren yerel organizasyonlardır.
Bunlara en iyi örnek Belediyeler, İl Özel İdareleri ve köylerdir.
Günümüzde yerel yönetimlerin işleyişinde demokratik kültürün seviyesi önemli rol oynar.  Halkın karar ve uygulama süreçlerine sağlıklı bir şekilde yerel yönetimlere katılması, ancak demokrasi kültürünü özümsemesiyle mümkündür, aksi takdirde yerel yönetim sorunlar ve rant mekanizmasına dönüşür. Bundandır ki demokrasi arayışlarında halkın karar sürecine katılması fikri ortaya çıkmıştır.
Batı demokrasilerindeki pratiğe baktığımız zaman, sermaye ve bilginin dünyada serbest dolaşımı, paylaşılması, küreselleşme ve kendini yönetme eğilimlerinin geliştiği görülecektir. Hatta uluslararası ilişkiler/diplomasi bile bu gelişmelerle değişim, dönüşüme uğramış ve bunun sonucunda da daha insani ve yaşanabilir bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunulmuştur. Bu aynı zamanda sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecini hızlandırmış, merkezi yönetim sistemlerinden güçlü yerel yönetimlere, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye doğru bir evrilmeyi de beraberinde getirmiştir.
Batı, demokrasinin yeniden tanımlanmasını tartışıyorken, biz bilgi toplumunu dinamize eden teknolojinin etkin bir şekilde kullanılıp, demokratik yol ve yöntemlerin geliştirilmesi hususunda çaba sarf edeceğimize yasaklara başvuruyoruz. Demokrasi zarar verir düşüncesiyle İnterneti kısıtlıyoruz. Oysa bilgi çağının teknolojik imkanlarından faydalanan toplumlarda küreselleşmeyle beraber büyük gelişmeler sağlanmış, toplumların yapısı, işleyiş ve biçimleri ileriye doğru değişmiştir. Bu değişimler yukarıdan aşağıya doğru kentler, yerel yönetim birimleri ve yerellik kavramının değişimini de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; Demokrasi, hem bilgi toplumuna giden yolda önemli bir nitelik, hem de devletlerin dönüşümü aşamasında alternatif bir çözüm ve çıkış noktası yaratarak halkın kendi gücünü ve kimliğini kazanmasına sebep olmuştur.
Şüphesiz demokrasinin yeniden tanımlanmasının tartışılması fayda sağlayacaktır.  Zira genel kanı; Yerel yönetimlerin doğası gereği katılımcı, demokratik ve denetlenebilir olduğu, bu nedenle de yerel yönetimlerin demokrasinin beşiği ve kaynağı sayıldığı yönündedir. Ancak halkın karar sürecinde yönetime doğrudan katılma ve denetim olanaklarını geliştirerek demokrasi ve hizmetlerde verimliliği ve sürdürülebilirliği geliştirmeye çalışması bu kültürü özümsemesiyle mümkündür. Ya bu kültür yoksa ? Şüphesiz bu kültür değişim ve dönüşümde belirleyicidir. Bunu da test etmek gerek. Bunun için seçimin niteliği ve temsil ilkesinin geçerliliği sürecinde halkın yerel yönetim süreçlerine katılımı ve bağımsız karar verme yetkisi sınanır. Sistem demokratik değilse eğer, halk devlet karşısında güçsüz ve korkuyor demektir.
 Kentleşme:
İnsanlık tarihine baktığımız zaman kentleşmenin yerleşik hayat, iktidar ve nüfus hareketleriyle başladığını görürüz.
Modern anlamda kentleşme ise sanayi devrimiyle gerçekleşmiştir.
Sanayi devrimi sonrasında kentleşmeye etki eden faktörlerin başında nüfus hareketleri, ekonomi, sosyolojik faktörler ve fiziksel gelişmeler gelir.
Nüfus hareketleri analiz edilince sanayileşmeyle beraber köyden kente nüfus akımının başladığı, iş gücünün tarım sektöründen sanayi sektörüne yöneldiği, akabinde alt ve üst yapısıyla modern kentleşmenin gerçekleştiği görülür.
Köyden kente başlayan nüfus akımı domino etkisi yaparak meslekleşme, bütünleşme ve diğer süreçlerde kent aidiyetiyle yeni bir yaşam tarzını oluşturmuştur. Artan nüfus kentlerin fiziksel siluetini değiştirdiği gibi, iç ve dış dinamiklerle büyüyen nüfus kırdan farklı fiziki bir yapılanmayı da beraberinde getirerek sosyalizasyon hizmetlerinin gereği kurumsal mekânlar, parklar, bahçeler ve sosyal donatı alanlarının yapılmasına olanak sunmuştur.
Tabii ki tüm bu gelişmeler kurumsallaşmayı ve kamusal görevler-hizmetlerde artışı da beraberinde getirmiştir.
Nüfus arttığı zaman ihtiyaçlar artar, ihtiyaçlar arttığı zaman hizmetler de artar. Bu evrede kaynaklar sorgulanır. Bu da nüfusla ihtiyaçların, kaynakla ihtiyaçların, teknikle ihtiyaçların ilişkisinin bir dengede yürütülmesini zorunlu kılıyor. Aksi dengesizlik durumunda artan nüfus sorunlara sebep olacaktır. Bunlar; fiziki alanda konut sorunu, gecekondulaşma, çarpık kentleşme, çevre tahribatı ve çevre sorunlarına, sosyal alanda da eğitimdeki yetersizlikten kaynaklı işsizlik, suç oranının yükselmesi ve çevresel değerlerin bilinçsiz kullanımı vb gibi diğer sosyalizasyon hizmetlerinin eksikliğine sebebiyet vereceğinden kentleşme sorunlu olacaktır.
Denge sağlandığında, çevre ve teknolojik imkânların da rasyonel kullanımı meyvesini verecektir. Çünkü çevre toplumun yaşamını sürdürebilmesi için temel ihtiyaçları barındırır. Teknoloji de çevresel alanda bulunan kaynaklardan daha iyi yararlanılabilmesi için gerekli olan araç, gereç ve bilgiyi kapsar. Dolayısıyla sürdürülebilir modern bir kentleşme nüfus, ihtiyaçlar, kaynaklar ve teknik imkânların dengeli ilişkisiyle mümkündür.
Bugün dünyada yaşanan savaşların ve huzursuzluğun sebebi kaynaklara sahip olma, sevk ve idare etme dürtüsüdür.
Bulunduğunuz ülke ve kentte çarpık kentleşme, çevre tahribatı, kirlilik, işsizlik ve suç oranlarını analiz ederek refah düzeyinizi ve ne kadar güvende olduğunuzu görebilirsiniz! Ortaya çıkan sonuç sistem ve yöneticilerin niteliğini de ortaya çıkaracaktır.
Anonim bir-iki deyiş vardır! Hadis olduğu da söylenir, her neyse, ama dikkate değerdir!
Şöyle ki; “Nasılsanız öyle idare olursunuz!”
Bir diğer rivayete göre de Musa Tanrıya sormuş:” halk diyor ki Tanrının bizi sevip sevmediğini nereden anlarız?”
Tanrı :” Musa, halkın yöneticileri iyiyse seviyorum, kötüyse kızıyorum.” Demiş.
Kentinizi ve kendinizi seviyorsanız iyi yöneticiler seçin.

Fikret YAŞAR

Kaynak:
-“Sayıştay dergisi 57.sy.”
-“Yerel-Küresel Döngü” Prof. Dr. A. Özer

20 Ekim 2018 Cumartesi

DİKTATÖRLER SAVAŞI SEVER !



Yönetme, sevk ve idare arzusu avcı toplayıcı dönemden beridir toplum yaşamına yön vermektedir.
Doğal yaşamda olduğu gibi, güçlü olanlar hiyerarşik düzende zayıfları yönetmiştir.
İnsanlık tarihinde bu hiyerarşik düzeni sağlayan üç temel otorite mevcuttur.
Bunlar: Töre (aile), Devlet ve Tanrı otoriteleridir.
Çoğalan nüfusla beraber kontrol edilecek insan ve bölge artınca birey ve toplum üzerinde etkili olan otoritenin değiştiğini görüyoruz.
J.Diamond “Tüfek, Çelik ve Mikrop” adlı eserinde devletin atasının şeflik olduğunu belirtmektedir. Töre otoritesinde gücün artması kabile şefliğine dönüşmüş,  sonraki süreçte çoğalan nüfus-ihtiyaç, kaynak-ihtiyaç ve teknik-ihtiyaç ilişkileriyle de halk iktidarda söz sahibi olunca devlet ortaya çıkmıştır.
Kabile şefliği döneminden günümüz geri kalmış baskıcı iktidarlara kadar kurumsallaşma liderin bekası üzerinden yürütülmüştür.  Lider bekası gözeten iktidarlar ‘demokratik siyaseti’ taklit ederek toplumu bir arada tutmaya çalışırlar. Yakın zamanda bu anlayışla hareket edip, “ demokrasi bizi amacımıza taşıyan bir trendir, durağa geldiğimizde inmesini biliriz…” diyen liderler ortaya çıktı.
Günümüz toplumları ‘tanrı hükümdarları’ iktidardan uzaklaştırmış olabilir, ancak devleti kötüye kullananları ortadan kaldıramamıştır. Gücünü halktan aldığı halde tanrı kral rolüne soyunarak devlet idare eden bazı liderler iktidarlarını sürdürebilmek için yandaş dediği belli bir azınlığa imtiyazlar sağlarlar. İmtiyaz sağlanan kesim iktidara süreklilik kazandıracak yandaş sermayedir.  Halktan alınan güç ve hükumet erkiyle takas aracı olan para basılır, basılan para bankaların hizmetine sunulur, akabinde bankalar bu paralarla halkı sömürür.
Demek ki halkın gücü, halkın iktidarı anlamına gelmiyor, Halkın iktidarı refah, eşitlik ve barış gibi toplumsal arzuların gerçekleşmesiyle mümkündür. Ama ne üzücüdür ki İslam coğrafyasında bu böyle yürümüyor. Din ya da demokratik söylem ve göstermelik seçimlerle halktan alınan yetki kötüye kullanılarak halk kötü yönetim ya da diktatörlük rejimiyle karşı karşıya bırakılıyor. İnanç hipnozuna giren toplum kendi kendisini yönettiğini sanırken yönetim mekanizmalarının ayrıcalıklı kesimleri tarafından kandırıldıklarının farkına varamıyorlar.
Dünün kabile toplumunda tanrı kral otoritesiyle insanları sömürmek yeterliyken bugün tanrı+devlet +kral otoritesi ile halk daha kolay sömürülebilmektedir.
Dünden bugüne kötü lider örneklerini sıralamak gerekirse eğer, ilk akla gelenler Mussolini, Hitler, Stalin, Saddam ve ardıllarıdır. Bunların kendi standartları doğrultusunda açık vizyonları vardı.
Sosyalist ideolojiyi terk edip milliyetçiliğe sarılan ve ilk faşist ideolojiyi yaratarak muhaliflerini kurduğu “kara gömlekliler” silahlı gücüyle bertaraf eden B.Mussolini’nin vizyonu; Milliyetçilikle tek ırk temeline dayanan güçlü bir İtalya yaratmaktı.  
Birinci Dünya Savaşı’nda kahramanlık madalyası alan ve muhaliflerini kurduğu kahverengi gömlekliler silahlı gücüyle bertaraf eden A.Hitler’in vizyonu; Tek ırk temeline dayalı bir Almanya ve Alman ırkının üstünlüğünü dünyaya kanıtlamaktı.
Bazı kaynaklara göre yirmi, bazılarına göre kırk milyon kişinin ölümüne onay veren J.Stalin’in vizyonu;  Sosyalist ideoloji çerçevesinde insanları tek tipleştirerek sosyalizmi dünyaya egemen kılmaktı.
Enfal kırımı ile iki yüz binin üzerinde Kürt nüfusunu kimyasal silahlarla yok eden H.Saddam’ın vizyonu ise; Petrol gelirlerini artırarak tek tip Arap yaratmaktı.
Dört lider insanları ortak bir amaç doğrultusunda harekete geçirmek için şiddet-korku faktörünü kullandılar. Dördü de, saldırgan, sadist, narsist ve evrensel ahlaki değerlerden yoksun insanlardı. Bu sebeple sahip oldukları güç, kendileriyle beraber toplumu/ülkelerini de felakete sürükledi.
Diktatörlüklerden kaynaklı dramların bir kısmı yakın coğrafyamızda, hatta içinde bulunduğumuz topraklarda yaşandı.  Bunlar; Osmanlının sonuyla beraber yaşanan Rum, Süryani, Ermeni, Laz, Kürd ve diğer halkların uğradığı kırımlardı. Sebebi de paranoyak liderlikti, yani “diktatörlük”.
“Kötü Liderlik” eserinin yazarı Barbara Kellenman’ın  ;“Amerika, Çin ve hatta Türkiye gibi ülkelerde,  kötü liderlik örneklerinin çoğunlukta olduğu bir gerçektir” demesi, dikkat çekicidir.
Kellerman:” Kötü liderlik tek başına oluşacak bir kavram değil, çünkü onu izleyen takipçiler olmadığı sürece kötü liderliğin yaşaması da mümkün değildir.” Diyor.  
Bir başka düşünür E. Burke : “İblisin zaferi için gereken tek şey iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.” Der.
Kellerman konuyu kategorize ediyor ve birinci sıraya seyircileri koyuyor:
1-Seyircileri; Karşı çıkmanın bedelinin çok daha ağır olacağını düşünenlerdir.
2-Yandaşlar; Onlardan öyle davranmaları istendiği için uyanlar ve kötülükleri yapanlardır.
3-Şeytani Liderler; Bu kötülükleri bilerek ve isteyerek yapanlardır.
J. Ciulla, liderlikle etik arasındaki ilişkiyi incelerken, konuyu ahlaki, manevi ve amaçla ilişkilendiriyor.
Machiavelli ise farklı bir perspektiften bakar: “ …Bir tek kötü lider vardır o da zayıf liderdir. Zulmün akıllıca kullanımı, liderin en büyük silahıdır. Yöneticinin birinci sorumluluğu düzeni sağlamaktır, bunun için lider zalim olmalıdır…” der.
Lider kültü yaratıp her yaptığına keramet yüklemek yerine, demokrasileri gelişmiş batı toplumları gibi doğru ve eleştirisel bir yaklaşımla yanlışların olabileceğini kabullenmeli, lider eleştirmeyi tabu olmaktan çıkarıp, eleştiri yapanların yazdıkları ve söylediklerindeki doğruluk payını görmeliyiz  Bu toplumsal sorumluluk bilincinin gereğidir. Unutmamak gerekir ki toplumu ve insanları geliştiren sorumluluk bilincidir. Sorgulama, araştırma ve eleştiri bunu mümkün kılar ve üstlerin astlara yetki ve sorumluluk göçertmediği, tüm yetkilerin (basın, yasama, yargı ve yürütme) tek elde bulundurulduğu düzende huzur mümkün değildir. Tüm yetkileri elinde tutan liderler despottur, astların potansiyellerini ortaya koymalarına imkân vermez, dolayısıyla astlar yürütmede karar verici değil, “evet efendimci” olurlar.
Yukarıda isimleri verilen liderler tümü despottu.
Ortak paydaları; Tek tipleştirme ve başarısızlık karşısında kaos yaratarak savaş naraları atmaktı.
Sosyo-ekonomik baskıyla karşılaştıklarında sürü psikozuna soktukları toplumu maceralarına ortak ederek toplumu savaşa sürüklediler.
Çünkü savaş iktidarlarına kan taşıyordu.
Peki insanlar neden bu tür liderlerin peşinden koştu ya da koşar?
Freud’a göre durum, kendine yetmezliktir, despot baba özlemidir, bir bakıma da cellat seviciliktir.

Fikret YAŞAR



9 Nisan 2018 Pazartesi

Dinler Klasik Eğitim Modelidir!


Özgün düşünce ve kültür kodlarını yitirerek sürü psikozunda yaşamını sürdüren bir toplum sorunlardan ve mağduriyetten kurtulamaz!

Çevremdekilere bakınca hala dinin bir eğitim-müfredat ya da insan programlama sistemi olduğunu anlamakta zorlandıklarını görüyorum. Çünkü sanal korkulardan öylesine etkilenmişler ki, kendilerine dayatılan ezberleri sorgulamıyor hatta dokundurtmuyorlar.
Sebebi: Korku ve tabular!
Cin, melek, şeytan, günah, kitap, kabir, cehennem vb gibi sanal korkular, tabular yaratır, tabular da robotlaştırarak kişiyi ve toplumu sürü psikozuna sokar.
Demek ki sürü olmanın sebebi sanal korkulardır.
Sanal korkuların amacı motivasyonu sağlamaktır. İlkel toplumlar birey ve toplum yaşamına standartlar getirmek ve bu standartları pratize edebilmek için sanal korkular üretmiştir. Tüm bunlar inanç kodları üzerinden yürütülerek ezberlerle düşünce tutsak edilmiş, bununla da birey ve toplum idare edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki dini doğuran esas sebep, insan formatındaki varlığın birey ve toplum halinde yaşamını düzenleme ihtiyacıdır.
Kuranda tanrıya atfedilen " OKU" direktifinin amacı bilgilenmek ve kendini tanımaktır. 'Oku'dan kasıt kişi ve toplumun farkındalık yakalamasıdır, zira bilgi doğru yaşam için gerekli olan prensipleri içerir. Bilgi, tüm değerleri biçimlendiren bir kavram olduğu gibi, akıl ve vicdanı hâkim kılarak sahip olduğumuz formatı biçimlendirir. Öz farkındalık yaratarak, öz denetim ve öz yönetimle kişiyi insan yapar ve kemale erdirir.
Âdem’den Muhammed'e kadarki süreçte din kavramı çerçevesinde uygulanmak istenen müfredat da budur. Anlaşıldığı gibi içeriği de ahlaktır. Zira geriye dönüp baktığımızda pozitif bilimler ile sosyal bilimler henüz gelişmemiş, standartlaşmamış ve bir sistematiğe sahip olmamışlardı, yani eğitim-öğretim henüz kurumsallaşmamıştı. Bilinen tek ve önemli şey iyi-kötü ayırdında güzel ahlakı oluşturan prensiplerdi.
Bu da mabetlerde klasik bir eğitim sistemiyle kurumsallaştırıldı.
Tıp, matematik ilkel haliyle ihtiyaçlar düzeyinde seyrediyordu. Hanedanlar ya da mabetler dışında bilgiyle ilgilenenler yok denecek kadar azdı.
Din Bir Klasik Eğitim midir!
Klasik eğitim, dinler vasıtasıyla yürütülen ve sadece ahlak bilgisi içeren eğitim sürecidir, zira geçmişe baktığımızda eğitim kurumsallaşmamış ve ayrıca eğitim-öğretim sadece birey ve toplum yaşamını düzenleyen ahlaki bilgiler çerçevesinde yürütülmüştür. Bu dönemde pozitif bilimlerin yanı sıra sosyal bilimler de henüz dikkate değer düzeyde değildi. Eğitimde aslolan ahlaki değerlerdi, bilim ve teknolojinin esamesi okunmuyordu. Günümüzdeki eğitim sisteminde ise ahlaki prensiplerle beraber pozitif bilimler, sosyal bilimler ve bunların geliştirdiği bilim ve teknoloji birey ve toplum yaşamını biçimlendirmektedir. Bir tarafta bilimlerle zenginleştirilmiş bir eğitim, diğer tarafta doğa üstü güçlere dayandırılan sanal korkular ve bunun yarattığı yasam tarzından esinlenerek kalıplaştırılmış ve değişimi yasaklanmış klasik bir sistem..!
Ancak şunu da belirtmek gerek; Klasik dönemin sonuna baktığımızda en kapsamlı eğitim sisteminin Muhammed ile ortaya çıktığını görürüz.
Eğitimi branşlara ayırarak teori ve pratiği gerçekleştirebilmiştir. Sistemi namaz, abdest, oruç, zekât, hac vb gibi müfredatlara gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Namaz ile, otorite ve prensiplere biat ederek uysallaşmayı, abdest ile gündelik temizlik ve bakımı öğrenmeyi, oruç ile empati ve sorgulamayı, zekat ve kurban ile yardımlaşma ve paylaşmayı, hac ile bilgiye ulaşmayı öğretmeye çalışmıştır (çok gezen, çok bilir, düşüncesi doğrultusunda insanlar seyahate yönlendirilmiştir. Zira o dönemde okullar olmadığı için gezerek, görerek, tanışarak bilgiye ulaşmak mümkündü). Muhammed böyle bir eğitim sistemi ile birey ve toplumu ahlaki prensipler doğrultusunda eğitmeye çalışmış, ancak motivasyon aracı olarak doğa ustu güçlere dayanan sanal korkuları kullanmıştır. Amaç ve anlam birey tarafından kavranmadığı için süreç içinde şekilden başka bir şey kalmamış, aksine tersi bir reaksiyon gelişmiştir. Bugün Fas’tan Afganistan’a kadar olan İslam coğrafyasının sorunlu olmasının ve insanların kurtuluşu batıda aramasının esas sebebi  teori ve pratiği uyuşmayan yozlaşmış kültür mirasıdır.
Akıl ve irade devreye girmeli!
Demek ki esas sorun din aracılığıyla hâkim kılınan klasik eğitim sisteminin yozlaşması, anlaşılamaması ve sanal korkularla hala bu eğitim sisteminin devam ettirilmesidir!
İçselleştirilmiş korkular ezberlerin terk edilmesine engel oluyor, bu korkulardan olsa gerek düşünen, sorgulayan, araştıran, deneysel değerlendirmelerle ileriye yönelik projeler üreten bir kültür mirasına sahip olamadık. Yani aklı egemen kılamadık.
Çünkü; Yuja Dab’ın dediği gibi:” yerine düşünen biri var, bir amacın yok, zaten birileri yolunu çizmiş, hayatta bir duruşun olmadı, nerede durman gerektiğini söylediler, soru sormayı ve merak etmeyi bilmiyorsun, sana paketlenmiş cevaplar sunuyorlar, bu yüzden de bir şeye sahip değilsin, birilerinin bir şeyisin. Harıl harıl konuşsan bile, başkalarının dilisin.”
Din bir disiplin midir!
Disiplini cezalandırmayla özdeş düşünüyoruz. Oysa disiplin davranışları terbiye etme amacı taşır ve eğitimin özüdür.  Din aracılığıyla yapılmak istenen de budur. Ayrıca disiplin salt cezalandırma değildir, ödül, ceza, uzmanlık ve statüyle gerçekleşir.
Disiplin, ilkel komünal yasamla beraber insan yaşamının bir parçası olmuştur. Akıllı insanlar birey ve topluma rehberlik yaparak yasamın insani formata uygun olmasına katkı sunmuşlardır, bu nedenle de hepsini saygıyla anıyoruz. Ancak onların bıraktığı mirasa yapışmak yerine, akıl, vicdan ve bilimle zenginleştirilmiş modern eğitime itibar etmemiz gerektiğini görebilmeliyiz. Mutezile mezhebinin kurucusu Kadı Abdül Cebbar der ki:” Akla ve bilime dayanmayan şey itikat-inanç konusu olamaz.”
Muhammed İkbal de:" Her Müslüman koltuğunun altında Lat. Uza, Mena vb gibi bir sürü put taşımaktadır." Der.
Bilmeliyiz ki tüm dinler, ibadetler, disiplinler ve eğitimlerin amacı insanı terbiye ederek ahlaklı olmasını sağlamaktır. Yani dinin gerçekte ne olduğunu anlayabilirsek eğer, aslolanın insan olduğunu fark edeceğiz, rengi, dini ve ırkı ile insanın ötekileşmemesi gerektiğini öğreneceğiz. Bize dayatılan sanal korkuların gereksizliğini ve zararlarını fark edeceğiz. Günümüzde motivasyonun sanal korku ve tabularla değil, statü, bilgi, uzmanlık, ödül ve cezayla gerçekleştiğini de öğreneceğiz.
Kısacası, bize din-ibadet diye dayatılan disiplinlerin aslında davranış ve yaşantımızı düzenlemeye yönelik müfredatlar olduğunu fark edebilirsek eğer, rolümüzün de farkına varacak ve değerleri kült yapmaktan da vazgeçeceğiz.
Korkularımıza esir düşerek değerleri putlaştırmaktan vaz gecelim. Vazgeçelim ki gelecek nesillere düşünmeyi öğretebilelim. Düşünmeyi öğrenenler, sorgular, araştırır, dener ve toplumu ileriye taşır.
Gelecek nesillere böyle bir kültür mirası bırakabilirsek eğer, tanrı ve toplum nezdinde kıymeti harbimeyiz olur, aksi takdirde sürünün bir üyesi, bir figüran gibi yasayarak bu dünyadan göçeriz.
Kurtuluşa ermenin tek yolu düşünmeyi, sevmeyi ve korkmamayı öğrenmektir.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Kardeşlik Siyaseti ve Realite !



"Bizim siyasetimiz, korkutma, sindirme, istismar siyaseti değil, birlik ve kardeşlik siyasetidir." (Erdoğan)
Sosyoloji tarihine göre insanlar daha çok bilgi, korku ve çıkar faktörleriyle sevk ve idare edilmişlerdir.
Seksen öncesi Türkiye tarihine baktığımız zaman komünizm korkusu öne çıkmaktadır,  sonrasında ise irtica, darbe, ergenekon, balyoz vb gibi korkular canlı tutularak toplum idare edilmiştir. Aslında tüm bu yapay korkuların altında yatan esas faktör ise Kürd ve Kürdistan realitesidir.
Deniz Gezmiş, yaklaşık 40 yıl önce Kemalist Türk solu öncülüğünde; " Yaşasın Türk ve Kürd halklarının kardeşliği..." dediği için soluğu dar ağacında bulmuştu. Ama Gezmiş şahsında cezalandırılan kardeşlik vurgusu değil, Kürd kimliğine dikkat çekmesiydi, zira "Kürd" sözcüğünü bile telafuz etmek suçtu ve kardeşlik söylemi ise farklılıkları hipnotik etkiyle pasifize etmek için kullanılıyordu. Sisteme göre Gezmiş aşırıya kaçmış, devletin verdiği ayarı bozmaya çalışarak amacını aşmıştı. Gezmiş sonrası gençlik ise  "kardeşlik söyleminin"  bölünmemek ve devleti baki kılmak için kullanıldığını, hatta sistemin gençleri kamplara ayırıp çatıştırarak bundan güç devşirdiğini anlamayacaktı. Nitekim bu gün Kürd solunun nasyonal Türk solu vesayetinde "halkların kardeşliği", Kürd İslamcısının da "ümmet birliği" söyleminde ısrar ediyor olması, yürütülen politikaların egemen patentli olduğu gerçeğinin hala anlaşılmamış olduğunu gösteriyor.
Bunca zaman geçmesine rağmen devletin bölünme korkusunda hiçbir değişme olmaması, Kürd siyasetince verilen tavizlerin dikkate alınmayarak dağların, köylerin, kentlerin yakılarak, insan, hayvan ve hatta çocukların dahi öldürülmesi karşısında halklar ve İslam ülkeleri sessiz kalarak kardeşliğin ne menem bir şey olduğunu göstermişlerdir.
Tüm bunlara rağmen Kürdlerin hala kardeşlik söyleminde ısrar ve iltifat etmesi akıl tutulması ya da stockholm sendromuna işarettir.
Kürdlerin efendileriyle ilişkisi ve akıbeti nesli tükenmiş Polinezya yerlisi Moriorilere benzemektedir.
Moriori halkı Avusturalya kıtasının doğusundaki adalarda yaşamaktaydı. Kürdler gibi barışçıldı, başkalarının topraklarına göz dikmedikleri gibi sorunlarını da şiddete başvurmadan tartışarak hal etme anlayışına sahiplerdi.
1800'lerin ortalarında komşu adalarda Maorilerin saldırısına maruz kaldılar. Saldırı sırasında bile sorunun barışçıl çözümü için toplantı yapıyorlardı, saldırgan Maorilerin ise anlaşma gibi bir dertleri yoktu, tek arzuları fethetmek, öldürmek ve ganimetti.
Saldıranlar sayıca azınlık oldukları halde, fethettiler, ganimet, tecavüz ve barbarlıkla tatmin oldular, Moriorilerden tek kimse kalmamıştı. Çünkü saldırgan Mavoriler, geleneklerine göre hareket etmişti. Bir Mavori işgal ve katliamı şöyle açıklamıştı:" Geleneklerimize göre el koyduk ve her kesi yakaladık, tek bir kişiyi bile kaçırmadık, hepsini öldürdük, bazılarını da yedik, ne olmuş yani? Geleneğimiz bu."
Antropologlara göre Maorilerle Morioriler kardeş halklarmış, ataları aynı olmasına rağmen  süreç ve şartlar birini saldırgan, diğerini de barışçıl yapmıştı. Maorilerin silahları vardı, Morioriler ise silahlanmaya gerek duymamışlardı...
Dünya tarihine baktığımız zaman buna benzer örneklerle karşılaşıyoruz. Çok iyi silahlanmış topluluklarla silahlanmamış topluluklar arasındaki ilişkinin neticesinde bir taraf mağdur, diğer tarafsa muktedir olmaktadır.
Türkleri ön Asya'da muktedir kılan esas gerçek de budur.
Abbasiler döneminde ön Asya'ya gelen Türk boyları savaşçı yetenekleri sayesinde Abbasi ordusunda paralı askerlik yaptılar. Mezhep ve iktidar savaşlarıyla zayıflayan hilafet makamını etkisizleştirerek  korumaya geldikleri imparatorluğun sahibi oldular ve o günden beridir de din kardeşliği siyasetiyle güçlendirdikleri savaşçı karakterleriyle bölgede iktidarlarını sürdürmektedirler.
Göçmen psikozunda oldukları için eldeki iktidar olanağını paylaşmayı beka sorunu gibi görmektedirler, dolayısıyla halkların kardeşliği ya da ümmet birliği gibi söylemleri mağdur olanları avutmak ve pasifize etmek için kullandılar.
Esas mesele kardeşlik değil, PAYLAŞIMDIR!
İlkel komünal toplumdan günümüze kadar dinlerin, ideoloji ve uygarlıkların çözmeye çalıştığı esas sorun paylaşımın nasıl olması gerektiği hususundadır. Tarihsel süreci analiz ettiğimizde savaşlar, göçler ve diğer toplumsal reaksiyonların temelinde paylaşım sorununun yattığı görülecektir. Bu sorun kaçınılmaz olarak aileden devlete ve dünyada sermayenin serbest dolaşımına kadar ki tüm sosyo-ekonomik organizasyonlarda muktedirlerin inisiyatifinde çözüm bulmaktadır.
Muktedirler milli çıkar gözeten hukuklarını oluştururken farklılıkları da kendi potalarında eritmek için paylaşımı yandaş siyasetiyle yürütürler, zira mutlak eşitlik beka sorunu yaratacağı için, "adalet iktidarın temelidir" yaklaşımıyla kendine özgü yukarıdan dikte edici bir hukuki mekanizma  geliştirmişlerdir. Böyle bir hukuki mekanizma kardeşlik dediğimiz toplumsal vicdan mekanizmasının yaşamasına izin vermez, çünkü bu yapı taraflıdır, gücü temsil ediyordur.
Sonuç olarak; Kardeşlik bir hikayedir, Kürdlerin kendi hukuklarını oluşturarak topraklarında özgürce yaşayabilmelerinin yegane yolu güce sahip olmalarında yatıyor. Gücü olmayanın hukuku olmaz, hukuku olmayan da başkasına tabi olur.
Güç; askeri, ekonomik, demografik, teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel unsurları bir kimlik etrafında toplamaktır. Bu da iktidar olmak demektir. Kürdler henüz işin başında ve tüm bunlara sahip olmak için çaba sarf etmektedirler. Batılı güçlerle ittifak ve  ABD'nin lojistik desteği Kürdlere öz güven ve güç  kazandırmaktadır. 
Ancak unutulmaması gerekir ki, güç, avuçtaki kum gibidir, sıktıkça akar gider.
Kardeşliğe gelince; Artık inandırıcılığı kalmadı.
Karşılıklı çıkarlar temeline dayanan bir komşuluk-dostluk hukuku, kardeşlik hukukundan iyidir.

Realite bunu gerektiriyor.

- Fikret YAŞAR