kurdistan tarihi, felsefe, din,

20 Ekim 2018 Cumartesi

DİKTATÖRLER SAVAŞI SEVER !



Yönetme, sevk ve idare arzusu avcı toplayıcı dönemden beridir toplum yaşamına yön vermektedir.
Doğal yaşamda olduğu gibi, güçlü olanlar hiyerarşik düzende zayıfları yönetmiştir.
İnsanlık tarihinde bu hiyerarşik düzeni sağlayan üç temel otorite mevcuttur.
Bunlar: Töre (aile), Devlet ve Tanrı otoriteleridir.
Çoğalan nüfusla beraber kontrol edilecek insan ve bölge artınca birey ve toplum üzerinde etkili olan otoritenin değiştiğini görüyoruz.
J.Diamond “Tüfek, Çelik ve Mikrop” adlı eserinde devletin atasının şeflik olduğunu belirtmektedir. Töre otoritesinde gücün artması kabile şefliğine dönüşmüş,  sonraki süreçte çoğalan nüfus-ihtiyaç, kaynak-ihtiyaç ve teknik-ihtiyaç ilişkileriyle de halk iktidarda söz sahibi olunca devlet ortaya çıkmıştır.
Kabile şefliği döneminden günümüz geri kalmış baskıcı iktidarlara kadar kurumsallaşma liderin bekası üzerinden yürütülmüştür.  Lider bekası gözeten iktidarlar ‘demokratik siyaseti’ taklit ederek toplumu bir arada tutmaya çalışırlar. Yakın zamanda bu anlayışla hareket edip, “ demokrasi bizi amacımıza taşıyan bir trendir, durağa geldiğimizde inmesini biliriz…” diyen liderler ortaya çıktı.
Günümüz toplumları ‘tanrı hükümdarları’ iktidardan uzaklaştırmış olabilir, ancak devleti kötüye kullananları ortadan kaldıramamıştır. Gücünü halktan aldığı halde tanrı kral rolüne soyunarak devlet idare eden bazı liderler iktidarlarını sürdürebilmek için yandaş dediği belli bir azınlığa imtiyazlar sağlarlar. İmtiyaz sağlanan kesim iktidara süreklilik kazandıracak yandaş sermayedir.  Halktan alınan güç ve hükumet erkiyle takas aracı olan para basılır, basılan para bankaların hizmetine sunulur, akabinde bankalar bu paralarla halkı sömürür.
Demek ki halkın gücü, halkın iktidarı anlamına gelmiyor, Halkın iktidarı refah, eşitlik ve barış gibi toplumsal arzuların gerçekleşmesiyle mümkündür. Ama ne üzücüdür ki İslam coğrafyasında bu böyle yürümüyor. Din ya da demokratik söylem ve göstermelik seçimlerle halktan alınan yetki kötüye kullanılarak halk kötü yönetim ya da diktatörlük rejimiyle karşı karşıya bırakılıyor. İnanç hipnozuna giren toplum kendi kendisini yönettiğini sanırken yönetim mekanizmalarının ayrıcalıklı kesimleri tarafından kandırıldıklarının farkına varamıyorlar.
Dünün kabile toplumunda tanrı kral otoritesiyle insanları sömürmek yeterliyken bugün tanrı+devlet +kral otoritesi ile halk daha kolay sömürülebilmektedir.
Dünden bugüne kötü lider örneklerini sıralamak gerekirse eğer, ilk akla gelenler Mussolini, Hitler, Stalin, Saddam ve ardıllarıdır. Bunların kendi standartları doğrultusunda açık vizyonları vardı.
Sosyalist ideolojiyi terk edip milliyetçiliğe sarılan ve ilk faşist ideolojiyi yaratarak muhaliflerini kurduğu “kara gömlekliler” silahlı gücüyle bertaraf eden B.Mussolini’nin vizyonu; Milliyetçilikle tek ırk temeline dayanan güçlü bir İtalya yaratmaktı.  
Birinci Dünya Savaşı’nda kahramanlık madalyası alan ve muhaliflerini kurduğu kahverengi gömlekliler silahlı gücüyle bertaraf eden A.Hitler’in vizyonu; Tek ırk temeline dayalı bir Almanya ve Alman ırkının üstünlüğünü dünyaya kanıtlamaktı.
Bazı kaynaklara göre yirmi, bazılarına göre kırk milyon kişinin ölümüne onay veren J.Stalin’in vizyonu;  Sosyalist ideoloji çerçevesinde insanları tek tipleştirerek sosyalizmi dünyaya egemen kılmaktı.
Enfal kırımı ile iki yüz binin üzerinde Kürt nüfusunu kimyasal silahlarla yok eden H.Saddam’ın vizyonu ise; Petrol gelirlerini artırarak tek tip Arap yaratmaktı.
Dört lider insanları ortak bir amaç doğrultusunda harekete geçirmek için şiddet-korku faktörünü kullandılar. Dördü de, saldırgan, sadist, narsist ve evrensel ahlaki değerlerden yoksun insanlardı. Bu sebeple sahip oldukları güç, kendileriyle beraber toplumu/ülkelerini de felakete sürükledi.
Diktatörlüklerden kaynaklı dramların bir kısmı yakın coğrafyamızda, hatta içinde bulunduğumuz topraklarda yaşandı.  Bunlar; Osmanlının sonuyla beraber yaşanan Rum, Süryani, Ermeni, Laz, Kürd ve diğer halkların uğradığı kırımlardı. Sebebi de paranoyak liderlikti, yani “diktatörlük”.
“Kötü Liderlik” eserinin yazarı Barbara Kellenman’ın  ;“Amerika, Çin ve hatta Türkiye gibi ülkelerde,  kötü liderlik örneklerinin çoğunlukta olduğu bir gerçektir” demesi, dikkat çekicidir.
Kellerman:” Kötü liderlik tek başına oluşacak bir kavram değil, çünkü onu izleyen takipçiler olmadığı sürece kötü liderliğin yaşaması da mümkün değildir.” Diyor.  
Bir başka düşünür E. Burke : “İblisin zaferi için gereken tek şey iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.” Der.
Kellerman konuyu kategorize ediyor ve birinci sıraya seyircileri koyuyor:
1-Seyircileri; Karşı çıkmanın bedelinin çok daha ağır olacağını düşünenlerdir.
2-Yandaşlar; Onlardan öyle davranmaları istendiği için uyanlar ve kötülükleri yapanlardır.
3-Şeytani Liderler; Bu kötülükleri bilerek ve isteyerek yapanlardır.
J. Ciulla, liderlikle etik arasındaki ilişkiyi incelerken, konuyu ahlaki, manevi ve amaçla ilişkilendiriyor.
Machiavelli ise farklı bir perspektiften bakar: “ …Bir tek kötü lider vardır o da zayıf liderdir. Zulmün akıllıca kullanımı, liderin en büyük silahıdır. Yöneticinin birinci sorumluluğu düzeni sağlamaktır, bunun için lider zalim olmalıdır…” der.
Lider kültü yaratıp her yaptığına keramet yüklemek yerine, demokrasileri gelişmiş batı toplumları gibi doğru ve eleştirisel bir yaklaşımla yanlışların olabileceğini kabullenmeli, lider eleştirmeyi tabu olmaktan çıkarıp, eleştiri yapanların yazdıkları ve söylediklerindeki doğruluk payını görmeliyiz  Bu toplumsal sorumluluk bilincinin gereğidir. Unutmamak gerekir ki toplumu ve insanları geliştiren sorumluluk bilincidir. Sorgulama, araştırma ve eleştiri bunu mümkün kılar ve üstlerin astlara yetki ve sorumluluk göçertmediği, tüm yetkilerin (basın, yasama, yargı ve yürütme) tek elde bulundurulduğu düzende huzur mümkün değildir. Tüm yetkileri elinde tutan liderler despottur, astların potansiyellerini ortaya koymalarına imkân vermez, dolayısıyla astlar yürütmede karar verici değil, “evet efendimci” olurlar.
Yukarıda isimleri verilen liderler tümü despottu.
Ortak paydaları; Tek tipleştirme ve başarısızlık karşısında kaos yaratarak savaş naraları atmaktı.
Sosyo-ekonomik baskıyla karşılaştıklarında sürü psikozuna soktukları toplumu maceralarına ortak ederek toplumu savaşa sürüklediler.
Çünkü savaş iktidarlarına kan taşıyordu.
Peki insanlar neden bu tür liderlerin peşinden koştu ya da koşar?
Freud’a göre durum, kendine yetmezliktir, despot baba özlemidir, bir bakıma da cellat seviciliktir.

Fikret YAŞAR