“Toplumların politik bir düzen oluşturmasında temel etken savaştır.
Sahip olma dürtüsü bu olguyu dayatıyor, barış da bu dürtünün yumuşatılarak
iktidarın paylaşılması arzusudur.”
İnsan ve hayvan arasındaki farklar anlatıldı.
‘Akıl, vicdan, el ve
dil.’
Bu dört başlık altında anlatılanlara ben de söz alarak
görüşümü açıkladım.
Daha düne kadar hayvanlar akılsız varlıklar olarak
biliniyordu, ancak artık hayvanların da kısmen akıllı olduğu gerçeğini bilim
bize göstermiştir.
Bana göre; İnsan aklı koşulsuz, yani serbsettir, hayvan aklı
ise koşullu, yani sınırlandırılmıştır.
Koşullandırıldığı alanlar beslenme, güvenlik ve üreme olarak bilinir.
Vicdan konusunda ise insan
koşullandırılmıştır. Din ve yasalarla... Buna karşılık hayvanlarda herhangi bir
vicdani koşul söz konusu değildir, davranışlarını sınırlayan bir yasa yok, yani
şu iyi, bu kötü analizini yapamaz, terbiyeli ya da iyi olması beklenemez, bu
nedenle her türlü davranışı sergiler.
İnsan ise davranışlarını iyi, kötü... gibi analizlerle
kararlaştırır. Bu analize sebep olan kuşullanma faktörleri de din, etik
değerler, mahalle baskısı-töre, toplumsal yasalar ve bilimsel gerçekler olarak
açıklanabilir. Yani, insan davranış analizi yapmaya şartlandırılmıştır, bunu da
“vicdan” olarak ifade ediyoruz.
Kısacası, insanda akıl serbest, vicdan koşullandırılmıştır,
hayvanda ise vicdan serbest akıl
koşullandırılmıştır.
El ve beceri konusuna gelirsek; bu konuda da bazı hayvanların,
özellikle şempanzelerin ellerini kullanarak pipet gibi araçlar yaptığı ve beş
parmağı kullandıkları görülmüştür, ancak koşullu akıldan dolayı bunu geliştiremiyorlar.
Dil konusunda ise bazı hayvanların kendi aralarında iletişim kurdukları yine hayvan bilimciller
tarafından ileri sürülmektedir.
Sonuç; Koşulsuz akıl ile koşullu vicdan insana ölçme ve
değerlendirme yetisi vermiştir, budur onu farklı kılan.
Çünkü insan hem
yapar, hem bozar, hem yardımsever, hem de yok edicidir.
Kendini koruma dışında saldırgan davranışlar göstermeyen
insanın toplumsallaşmayla beraber değiştiğini görüyoruz !
Sosyal bilimler bize insanın toplumsallaşma sonucu saldırganlaştığını,
sosyal ilişkilerin insan egosunu dürterek kabul, saygı ve sahip olma güdüsünü
geliştirdiğini ve bunun da savaşları ortaya çıkardığını söylemektedir.
Bu nedenle de bazı araştırmacılar, toplumsallaşma saldırı ve
savaşların sebebi, ya da savaşlar toplumsallaşmanın sonucudur, der.
Doğası gereği sadece savunma amaçlı saldırganlık gösteren
insan, savaşı öğrendikten sonra öldürmeyi, çalmayı ve sahip olmayı öğrenmiş ve
bu da karakteristik yapısını değiştirmiştir.
Savaş fikri GANİMET ile özdeşleşmiş ve ordular bu arzuyla
motive edilmişlerdir.
Bu durum insanın çevreye ve dünyaya ilgisini de artırmıştır.
Tarihsel süreç analiz edilince görülür ki, her savaş ve göç
sonrası toplumsal yapı değişikliğe uğramıştır. Bir bakıma savaşlar ve göçler
yıkım gibi görünseler de arkalarında yenilenme ve değişimi de beraber getirmiş
ve kültürlerin sentezini oluşturarak uygarlığa katkı sağlamıştır, denilebilir.
“Her olumsuzluğun ardında bir olumluluk ve her olumluluğun ardında da
bir olumsuzluk vardır.”
İspanyolların Amerikayı keşfi, İngilizlerin dünyayı saran
işgal hareketleri, Turklerin Asyadan Avrupaya kadar uzanan fetihleri ve
Arapların dini kullanarak ön Asya ve Afrikayı işgalleri bu çerçevede
okunmalıdır.
Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında onların
birbirlerini öldürmelerini ve birbirlerinin topraklarına el koymalarını
anlayamamışlardı. Durumu kavradıklarında da topraklarının altında bulunan
değerli madenlerin buz örtüsüyle kaplı olmasına sevinmişlerdi. Ancak toplumsal
gelişme sağlayamadılar ve kısmen ilk günkü gibi yaşamaktadırlar
Kürdistan toprakları Eskimo toprakları gibi buz kaplı değil, ama Kürdler hala Eskimolar gibi geri kalmış ve toplumsallaşmayı gerçekleştirememişlerdir.
Aslında Kürdistan’ın talihsizliği gibi görünen talihi yer altı
zenginliğidir, I. dünya savaşında parçalanmasının altında yatan ana faktör bu zenginliğin
paylaşılması ve denetlenmesidir.
Savaş sürecinde Kürdler, Arap kültür emperyalizminin
etkisinde kaldıkları için aşiretçilikten devlete evrilemediler, bu etkiyi fark
eden batılılar Kurdistanı İslamist iktidarlar üzerinden sömürmenin kolay
olacağını düşünerek hareket ettiler. Kürdlerin mülkiyet ve yönetme hırsını
törpüleyen uhreviyat psikozu da yönetilmelerine
sebep olmuş, hatta kolaylaştırmıştı.
İşgal ve talan kışkırtma sebebi olsa bile hipnozdan
uyanamayan Kürdler hala kendilerine Arap ya da Turk vasi arayışından vazgeçmiş değiller, oysa kışkırtılmış kişilik savaşmayı seçer, Kürdlerin
savaşmak yerine yozlaştırılmış barış seçeneğini tercih ederek korunma refleksi
göstermeleri mağduriyetlerine son vermez, zira TC ve Arap devetleri işgal ve istilanın ürünüdürler!
İşgal ve talan üzerine iktidar kuranlar asla barışa
yanaşmazlar, bu nedenle tc ve arapların Kürdlerle barışmalarını beklemek ham hayaldir.
Barışıyor gibi görünmelerinin altında yatan gerçek de dünyayı
sarsan küreselleşme rüzgarıdır.
TC, üniter ulus devlet yapısını korumak için demokratik modernite projesini Kürdlere ihale ederek barışıyor imajı verirken, yeni dünya düzeninde de meşruiyet aramaktadır.
TC, üniter ulus devlet yapısını korumak için demokratik modernite projesini Kürdlere ihale ederek barışıyor imajı verirken, yeni dünya düzeninde de meşruiyet aramaktadır.
Yani barışta samimi değil, olamaz da..!
Çünkü Kürdler gelenekçi, işgalciler uygar..!
Uygar işgalciler, gelenekçi
Kürdleri diplomasi, siyaset, yalan, ihale, rüşvet ve hırsızlık gibi pragmatik davranışlarla kandırabileceklerini
biliyorlar..!
Fikret Yaşar