Merkezi yönetimin yasal
düzenlemelerle yerel yönetimleri idari yönden denetlemesi anlamında olsa bile,
pratikte -teori ve pratiğin uyuşmadığı toplumlarda- bir kesimin toplumun
ihtiyaçlarına rağmen sistemi tekeline alarak, vasi psikozunda yönettiği
düzendir.
Bu düzende siyasi
inisiyatif sınırlandırılmıştır, çünkü, sistemin denetim mekanizması ve siyasi
kararlar daha önceden resmi ideolojiyle belirlenmiştir. Koruma altına alınan ve
değiştirilmesi istenmeyen bu tür düzenlerle ilgili genel kanı, soft örfi idare olduğu yönündedir. Her ne kadar
silahlı güç ile forse edilse bile sonuçta bu sistem seçkinlerce idare edilir. Daha çok geri kalmış ülkelerde görülen bu
sistemde rol alan aktörler, din kurumu, ordu, örgüt, parti, işçi sınıfı ve sermayenin seçkinleridir.
Bunlara göre toplum potansiyel tehditler taşır ve bu nedenle
de kontrol altına alınmalıdır. Çünkü her şeyin doğrusunu onlar-seçkinler bilir.
Dolayısıyla esas sorun sürü diye tabir ettikleri toplumun bizzat
kendisidir. Çünkü toplum, doğru ve yanlışı ayırt edemez, toplum, sisteme uyum
sağlamayan sürüden ibarettir ve süreç içinde her şey yozlaştığı için, arada bir
toplum üzerinde geriye dönük güncellemeler de yapılmalıdır.
27 Şubat darbesinde G.K. 2.Başkanı Çevik
Bir'in : “1930 sonrası tüm toplumsal gelişmeler bir sapmadır, bir biçimde
düzeltilecek ve toplum aslına döndürülecektir” sözü de bu mantığın
ürünüdür. Ayrıca, seçkinler kendilerini
yasaların üstünde gördüğü için, yasalar onları bağlamaz ve uyması gereken kesim
yine halktır. Nitekim Kemalistler bu anlayışla ordu, yargı, eğitim ve basın-yayım kurum
ve kuruluşlarını baskı altına alarak seksen
küsur yıl ülkeyi vesayetle yönettiler.
AKP iktidarına kadar siviller pasif, askerler ise aktif role
sahipti. Sivillerin yönettiği kurumlar baskı ve kontrolle yönlendiriliyordu.
Birincil görevleri de toplumsal iradeyi ipotek altına almak ve bunun denetimini
sağlamaktı. Bu nedenle güvenlik,
adalet, eğitim, siyaset ve basın-yayım gibi potansiyel imkanları sağlayan kurum ve
kuruluşlar aynı yöntemle AKP'liler tarafından denetim altına alınarak üzerinden
meşruiyet arandı ya da sağlandı.
Vesayeti devralan AKP, söz konusu kurumları
revizyona tabi tutarak gerçekleştirilmesini istediği dinci rejimin temellerini
atarken, değişim kodlarının güvenlik ve demokrasiyi geliştirmeye yönelik olduğunu
da savundu. Ancak süreç bunun doğru olmadığını gösterdi. Askeri vesayete son
verirken dile doladıkları güvensizliği bizzat kendileri yarattı. IŞID, FETO ve
ERGENEKON örgütleriyle kurdukları ittifaklar ve bunun sonucu Kürdlere karşı
yürüttükleri top yekun savaşla hem içerde hem de dışarıda savaş korkusunu
tetikleyerek tüm zamanların en büyük güvensizliğini yarattı.
Sonuç: Ordudan vesayeti devralan vesayetçi
AKP'nin amacına ulaşmak için, yarattığı korku ve tabu iklimiyle etnik ve
sınıfsal mücadeleyi körükleyerek İslami devrimi hızlandırmaya çalıştığı
görülmektedir!
İdeolojik devrimler, büyük savaşlar ve
kaotik ortamlardan doğar.
Sormak gerek!
Resmi ideolojiyle yönetilen bir ülkede
toplumsal yaşamı ipotek altına alan vesayetçi anlayış devrim yapabilir veya bir
devrime sebep olabilir mi?
Mümkündür, zira darbe bahanesiyle mağdur
edilen kesimlerle beraber (!) AKP'nin zorunlu
ittifakla iktidarı paylaştığı Ergenekoncuların (!) süreç içinde karşı reaksiyona
geçebileceği ihtimali iç savaş veya bir devrimin mümkün olabileceğini
göstermektedir...
Örgüt içi vesayet !
Devlet içindeki idari
vesayeti makro, parti ya da örgüt içi vesayeti mide um, aşiret, grup ve aile içi vesayetçiliği de
mikro vesayetçilik, diye tanımlayabiliriz.
Devlet içi idari
vesayet kadar örgüt veya parti içi vesayet de ciddi sorunlara ve toplumsal
huzursuzluğa sebep olabilir. Özellikle
örgüt veya parti vesayeti lider kültüne dayanıyorsa hipnotik etki kitleleri amacından
saptırarak karşıtına dönüştürebilir. Bu da toplumsal gelişme için hayal
kırıklığı yaratır. Oysa örgüt veya partiler toplumsal hayatı ipotek altına alan
idari vesayeti bertaraf etmek ve alternatif iktidar kurmak amacıyla
kurulmuşlardır.
İki ucu kirli sistem!
Vesayetçiliğin hakim
olduğu devlet ve örgütler toplumun zafiyetleri üzerinde güç devşirerek
varlığını sürdürürler. Bundandır ki, bu tür sistemlerle yüz yüze kalan halk
kendi taleplerini değil, bağımlı olduğu seçkinler ya da liderlerin taleplerini
esas alırlar. Bunun yansımasını Türk ve Kürd toplumunda görmek mümkündür.
Örneğin: Türk toplumu
bu etkiden olsa gerek demokrasi yerine ulrta milliyetçilik ve bunun dayandığı tekçi
devleti, Kürdler ise bağımsızlık ve devlet olmak yerine, devşirilmiş demokrasiyi
talep ediyorlar.
İlginç olan;
Vesayetçilerin demokrasiyi amaç değil, araç olarak gördüğüdür.
Seçkinlerin demokratik
söylemler eşliğinde ekonomik kriz, sınıf ve etnik çatışmalar ve siyasetin kodlarını
değiştirerek vesayet düzeni sağladıkları anlaşılır ve bu farkındalık yakalanırsa
eğer, siyasetin kodları da değişir. Ancak
çelişkiler, cehalet ve bölünmüşlük gibi
toplumsal zafiyetlerin hakim olduğu bu coğrafyada bu da mümkün görünmüyor.
Bunun içindir ki, her lider zafiyetlerimiz oranında vesayetçi, gücü
oranında da vasimiz oluyor.
Fikret YAŞAR