"...Birine ait bir yere gireceksin, var olan her şeye el koyacaksın,
bu yetmezmiş gibi, ondan senin gibi düşünmesini, senin gibi hissetmesini, senin
gibi davranmasını bekleyeceksin. Kendisi adına düşünmesine gerek olmadığını, hayata
dair verdiğin "reçeteleri" kullanmasını isteyeceksin ve bütün bunlar
olmayınca da onu suçlayacaksın, anlamadığı bir dilde yargılayacaksın, hakaret
edeceksin, haksızlık yapacaksın ve sonra da sana güvenmesini, inanmasını
bekleyeceksin. Ardından "benim kardeşim, vatandaşım" bilmem ne …diye
uyutacaksın..!" ( Ş.Kaplan)
İnsan ancak özgürlük ortamında insani özelliklerini sergileyebilir.
Yani, her türlü kültürel gelişme –ancak- siyasi baskının uzak olduğu
özgürlük iklimde ortaya çıkar.
Özgürlük ikliminde ortaya çıkan öz güven kişiliğin gelişimini sağlayarak
duygu ve düşüncede gelişmeye yol açar ve nihayetinde insanı insan yapar.
Despot sistemler baskı ve zulüm uygulayarak özgürlük ortamını tahrip
ederken esas amaçları bireyi insani yeteneğinden, öz güvenden koparıp
güdülebilecek sürü haline sokmak ve köleleştirmektir. Bunun için ilk önce dil,
kültür ve kimlik değerleri yok edilir, sonrasında da devşirme bir kimlik
dayatılır.
Bin yıldan beridir Mezopotamya toprakları dışarıdan gelen istilacı güçler
tarafından bu şekilde değişime zorlanmıştır.
Önce Araplar din-ümmet kardeşliği dedi, sonrasında da ümmet kılıcını
Araplardan devralan Türkler aynı hikaye ile köleliği dayattı.
Köleliğe karşı direnen Kurdler, doksan yıldır TC’nin kötü muamele, inkâr ve
soykırımından kurtulamadılar.
Bu süreç içinde farklılıkları potasında eritmeye çalışan TC, Kurdler'in
yanı sıra diğer Anadolu halklarına ait değerleri de Türkleştirme yoluna
başvurdu, yer isimleri Türkleştirildi, tarihi şahsiyetler Türk olarak
tanıtıldı, binlerce yıllık geçmişi olan değerler yeni Türk kimliğine kurban
edilerek beyinlere format çekildi.
Ama onca kötü muameleye rağmen Kurd ve Kurdistan'ın yok edilemeyeceği de
anlaşıldı.
Anlaşıldı, ancak sistem bu sefer de yargıyı kullanarak uzatmaları
oynuyor.
Uyanışı yavaşlatmak ve devam eden asimilasyonun biraz daha derinliğine
işlemesini sağlamak için yasaklar ve güvenlikçi tedbirlere ek olarak yargının
gücünden faydalanmak istiyor.
Aynı fikirde misiniz bilmiyorum, ama bana kalırsa sistem tüm baskı ve
uygulamalarıyla toplumu dürterek devrime hizmet ediyor !
Yani, zindanlar, işkenceler ve yasaklamalar karşı tepkiyle devrim rüzgârını
arkasına alarak büyümektedir, demek istiyorum
Çünkü kendimden biliyorum ..!
Diyarbakır Zindanına düştüğüm 1982 yılının bahar aylarında, gördüğüm
ve şahit olduğum kötü muamele karşısında şarj olmuş ve taraf olmayı
öğrenmiştim. O dönemde benim gibi niceleri zindanlarda yakılan devrim ateşiyle
aydınlanarak taraf oldular.
Yine o dönemde anadilde savunma hakkını talep edecek takatimiz yoktu belki,
ama içimizden geçmiyor değildi. Üstelik ırkçı sistemin faşizan uygulamaları
yetmiyormuş gibi Kurdi konuşmalarımıza karşılık Türk solundan “ şovenist
olmayın…” gibi tepkiler de alıyorduk. Ancak köprünün altından çok sular geçti.
Gelinen süreçte gelişen siyasi mücadele ve kişilikle hareket eden Kurdler bugün
ulusal haklarının yanı sıra anadilde savunma hakkını kullanmaya her zamankinden
daha kararlı bir duruş sergilemektedirler.
Dün zindanlarda bilendik, bugün dağlarda ve düz ovalarda bilenmeye devam
etmekteyiz.
Bilendik, ama bazen de gaza geldik…
Gazımızı almaya yönelik sarf edilen, ‘ …dağdan insin, düz ovada siyaset
yapsınlar…’ önerisini tedbirsizce ciddiye alınınca tökezledik. Bu nedenle de
KCK adı altında yürütülen siyasi soykırım operasyonları sonucunda binlerce Kurd
gözaltına alınarak tutuklandı ve Türkçe biliyor diye ‘anadilde savunma hakkı’
mahkeme tarafından ret edildi.
Şaka değildi, gerekçe; ‘ Türkçeyi çok iyi biliyorlar da bu yüzden
kendilerini Türkçe savunmaları gerekiyor…’ yönündeydi.
Doğrudur, Türkçeyi çok iyi biliyoruz, ancak Türkçü eğitim sürecinden
geçen Kurdler'in hepsi mutasyona uğramadı ki teslimiyet göstersin. Yani bir
kısmı devşirme kimliği özümsemedi, ya da yutmadı. Bundan böyle de, ne ümmet
kardeşliği, ne de halkların kardeşliği hikâyelerini yutmayacak ve bununla
mayışmayacağız.
Artık kuralları biz koyacağız!
Bilinsin ki, Kurdler, örgütlü bir kampanya çerçevesinde ulusal haklarını
sonuna kadar savunacak ve anadilde savunmak hakkından vaz geçmeyeceklerdir. Ve
bilinmelidir ki, bize reva görülen kötü muameleyle kötü olmayacağız, aksine tüm
dünyayla barışık, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir halk olarak
varlığımızı kabul ettirmeye çalışırken evrensel hukuk normlarına dikkat
edeceğiz.
Evrensel hukuka göre, ana dilde savunma hakkı kişinin en tabii hakkıdır.
Kaldı ki, Lozan Antlaşmasının 39/5. maddesinde "Türkçeden
başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü
olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıkların
sağlanacağı" belirtilmiştir.
Yine Lozan Antlaşmasında “Türkçeden başka dil
konuşanlar” ifadesinden sadece gayrimüslim azınlıklar değil, anadili
Türkçe olmayan diğer Türk uyrukları anlaşılmaktadır. Bu madde ile farklı
dillere mensup vatandaşlara pozitif hak tanındığı ve farklı olarak kendi
dillerini mahkemelerde kullanabilmeleri için kolaylık sağladığına dair
yükümlülük getirildiği anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Lozan Antlaşması, yapısı gereği bir iç hukuk normu vasfındadır
ve aynı zamanda insan haklarına dair resmi bir belgedir. Bu, kişilerin
kendilerini daha iyi ifade edebilecekleri dilde kendilerini savunabilmeleri
anlamına gelir.
Ancak Türkiye'de realite farklıdır!
Türk yargısı Kurdler söz konusu olunca hukuki değil, siyasi karar alma
ihtiyacı hissettiğinden anadilde savunma hakkını ret etmektedir. Bu da savunma
hakkının kısıtlanması ve adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelir.
Sanık sandalyesine oturtulan Kurdler adi bir suçtan yargılanmış olsalardı
eğer, Türkçe biliyor olsalar dahi anadil ile savunma talepleri ret mi edilecekti..?
Sanmıyorum..!
Anayasada tüm sanıkların yargı önünde eşit muamele görme hakkına sahip
olduğu ve bu hakkın güvence altına alındığı bilindiği halde siyasi yargı
tırşıkçılık yapıyor...
Kısacası, Türkiye demokratik bir ülke olacaksa eğer, yargısı evrensel
hukuktan güç almalıdır.
Aksi takdirde;
1- Avrupa insan hakları mahkemesi Türkiye'de yaşayan halkın bir bölümünün
anadiliyle mahkemelerde savunma hakkının devlet tarafından kısıtlanması
sebebiyle Türkiye'yi ırkçılıkla suçlayabilir.
2-Türkiye'nin Suriye'deki insan hakları ihlallerine karıştığı gibi,
başka ülkeler de ' anadilde savunma hakkı yasaklanıyor ' diye
ülkedeki hak ihlallerine karışabilir!
Sonuç; Kurd halkının oylarıyla seçilmiş belediye başkanları,
avukatlar, aydınlar, gazeteciler ve milli değerlerine sahip çıkan tüm
Kurdleri zindanlara tıkayarak, üstelik anadilde savunma haklarını yasaklayarak
Kurd / Kurdistan sorunu çözülemez.
Ya nasıl olacak?
Sayın Ahmet ALTAN’IN “ ATAKÜRT ” isimli makalesinde
yazdığı gibi biraz empati yaparak çözüme odaklanmak gerek…
Fikret YAŞAR - GEWERİ