"Bizim siyasetimiz, korkutma, sindirme, istismar siyaseti değil,
birlik ve kardeşlik siyasetidir." (Erdoğan)
Sosyoloji
tarihine göre insanlar daha çok bilgi, korku ve çıkar faktörleriyle sevk ve
idare edilmişlerdir.
Seksen öncesi Türkiye
tarihine baktığımız zaman komünizm korkusu öne çıkmaktadır, sonrasında ise irtica, darbe, ergenekon,
balyoz vb gibi korkular canlı tutularak toplum idare edilmiştir. Aslında tüm bu
yapay korkuların altında yatan esas faktör ise Kürd ve Kürdistan realitesidir.
Deniz Gezmiş, yaklaşık
40 yıl önce Kemalist Türk solu öncülüğünde; " Yaşasın Türk ve Kürd halklarının
kardeşliği..." dediği için soluğu dar ağacında bulmuştu. Ama Gezmiş
şahsında cezalandırılan kardeşlik vurgusu değil, Kürd kimliğine dikkat çekmesiydi,
zira "Kürd" sözcüğünü bile telafuz etmek suçtu ve kardeşlik söylemi ise
farklılıkları hipnotik etkiyle pasifize etmek için kullanılıyordu. Sisteme göre
Gezmiş aşırıya kaçmış, devletin verdiği ayarı bozmaya çalışarak amacını aşmıştı.
Gezmiş sonrası gençlik ise "kardeşlik
söyleminin" bölünmemek ve devleti
baki kılmak için kullanıldığını, hatta sistemin gençleri kamplara ayırıp çatıştırarak
bundan güç devşirdiğini anlamayacaktı. Nitekim bu gün Kürd solunun nasyonal Türk
solu vesayetinde "halkların kardeşliği", Kürd İslamcısının da "ümmet
birliği" söyleminde ısrar ediyor olması, yürütülen politikaların egemen
patentli olduğu gerçeğinin hala anlaşılmamış olduğunu gösteriyor.
Bunca zaman geçmesine rağmen devletin bölünme korkusunda
hiçbir değişme olmaması, Kürd siyasetince verilen tavizlerin dikkate
alınmayarak dağların, köylerin, kentlerin yakılarak, insan, hayvan ve hatta
çocukların dahi öldürülmesi karşısında halklar ve İslam ülkeleri sessiz kalarak
kardeşliğin ne menem bir şey olduğunu göstermişlerdir.
Tüm bunlara rağmen Kürdlerin hala kardeşlik söyleminde
ısrar ve iltifat etmesi akıl tutulması ya da stockholm sendromuna işarettir.
Kürdlerin efendileriyle ilişkisi ve akıbeti nesli
tükenmiş Polinezya yerlisi Moriorilere benzemektedir.
Moriori halkı Avusturalya kıtasının doğusundaki
adalarda yaşamaktaydı. Kürdler gibi barışçıldı, başkalarının topraklarına göz dikmedikleri gibi sorunlarını da şiddete başvurmadan tartışarak hal
etme anlayışına sahiplerdi.
1800'lerin ortalarında komşu adalarda Maorilerin
saldırısına maruz kaldılar. Saldırı sırasında bile sorunun barışçıl çözümü için
toplantı yapıyorlardı, saldırgan Maorilerin ise anlaşma gibi bir dertleri yoktu, tek
arzuları fethetmek, öldürmek ve ganimetti.
Saldıranlar sayıca azınlık oldukları halde,
fethettiler, ganimet, tecavüz ve barbarlıkla tatmin oldular, Moriorilerden tek
kimse kalmamıştı. Çünkü saldırgan Mavoriler, geleneklerine göre hareket
etmişti. Bir Mavori işgal ve katliamı şöyle açıklamıştı:" Geleneklerimize
göre el koyduk ve her kesi yakaladık, tek bir kişiyi bile kaçırmadık, hepsini
öldürdük, bazılarını da yedik, ne olmuş yani? Geleneğimiz bu."
Antropologlara göre Maorilerle Morioriler kardeş
halklarmış, ataları aynı olmasına rağmen süreç ve şartlar birini saldırgan, diğerini de
barışçıl yapmıştı. Maorilerin silahları vardı, Morioriler ise silahlanmaya
gerek duymamışlardı...
Dünya tarihine baktığımız zaman buna benzer örneklerle
karşılaşıyoruz. Çok iyi silahlanmış topluluklarla silahlanmamış topluluklar
arasındaki ilişkinin neticesinde bir taraf mağdur, diğer tarafsa muktedir
olmaktadır.
Türkleri ön Asya'da muktedir kılan esas gerçek de
budur.
Abbasiler döneminde ön Asya'ya gelen Türk boyları savaşçı
yetenekleri sayesinde Abbasi ordusunda paralı askerlik yaptılar. Mezhep ve
iktidar savaşlarıyla zayıflayan hilafet makamını etkisizleştirerek korumaya geldikleri imparatorluğun sahibi
oldular ve o günden beridir de din kardeşliği siyasetiyle güçlendirdikleri savaşçı
karakterleriyle bölgede iktidarlarını sürdürmektedirler.
Göçmen psikozunda oldukları için eldeki iktidar
olanağını paylaşmayı beka sorunu gibi görmektedirler, dolayısıyla halkların
kardeşliği ya da ümmet birliği gibi söylemleri mağdur olanları avutmak ve
pasifize etmek için kullandılar.
Esas mesele kardeşlik değil, PAYLAŞIMDIR!
İlkel komünal toplumdan günümüze kadar dinlerin,
ideoloji ve uygarlıkların çözmeye çalıştığı esas sorun paylaşımın nasıl olması
gerektiği hususundadır. Tarihsel süreci analiz ettiğimizde savaşlar, göçler ve
diğer toplumsal reaksiyonların temelinde paylaşım sorununun yattığı görülecektir.
Bu sorun kaçınılmaz olarak aileden devlete ve dünyada sermayenin serbest
dolaşımına kadar ki tüm sosyo-ekonomik organizasyonlarda muktedirlerin
inisiyatifinde çözüm bulmaktadır.
Muktedirler milli çıkar gözeten hukuklarını
oluştururken farklılıkları da kendi potalarında eritmek için paylaşımı yandaş
siyasetiyle yürütürler, zira mutlak eşitlik beka sorunu yaratacağı için, "adalet
iktidarın temelidir" yaklaşımıyla kendine özgü yukarıdan dikte edici bir hukuki
mekanizma geliştirmişlerdir. Böyle bir hukuki
mekanizma kardeşlik dediğimiz toplumsal vicdan mekanizmasının yaşamasına izin vermez,
çünkü bu yapı taraflıdır, gücü temsil ediyordur.
Sonuç olarak; Kardeşlik bir hikayedir, Kürdlerin kendi
hukuklarını oluşturarak topraklarında özgürce yaşayabilmelerinin yegane yolu
güce sahip olmalarında yatıyor. Gücü olmayanın hukuku olmaz, hukuku olmayan da başkasına tabi olur.
Güç; askeri, ekonomik, demografik, teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel unsurları bir kimlik etrafında toplamaktır. Bu da iktidar olmak demektir. Kürdler henüz işin başında ve tüm bunlara sahip olmak için çaba sarf etmektedirler. Batılı güçlerle ittifak ve ABD'nin lojistik desteği Kürdlere öz güven ve güç kazandırmaktadır.
Ancak unutulmaması gerekir ki, güç, avuçtaki kum
gibidir, sıktıkça akar gider.
Kardeşliğe gelince; Artık inandırıcılığı kalmadı.
Karşılıklı çıkarlar temeline dayanan bir komşuluk-dostluk hukuku,
kardeşlik hukukundan iyidir.
Realite bunu gerektiriyor.
- Fikret YAŞAR
- Fikret YAŞAR