Din yeniden yorumlanmalıdır.
Dünyanın karşı karşıya bulunduğu
bölgesel ve küresel tehditler karşısında Müslümanların 1400 yıl öncesinin
stratejisiyle hareket etmesi dünyada endişe ve korkuya sebep olmaktadır. Bu nedenle değişen dünya koşullarına ayak uydurmak ve insanlık projesine katkı
sunmak için mevcut dinin yeniden yorumlanması gerekiyor.
Özellikle de İslam dünyasında
zulüm, sömürü, sefalet, işsizlik, savaş ve benzeri
gelişmelerin arkaik bir zihniyet ile
bertaraf edilemeyeceğini düşünenler dinin yeniden yorumlanması ve
güncellenmesi gerektiğini kabul etmektedirler.
Daha önce de belirtmiştim, din;
birey ve toplum yaşamını düzenleme ihtiyacı ve iddiasından ortaya çıkmıştır.
Dinler tarihi analiz edilince süreç içinde değişime uğradıkları, değişim ve
ihtiyacın yeni din, mezhep, teke, zaviye
ve dergahlarla ortaya çıktığı
görülür. Yakın tarihte ise bu
ihtiyaç siyasal islamcı, fundamentelist, entegrist, liberal, gelenekçi,
modernist vb gibi hizipçi maskelerle kendini gösteriyor, ancak hepsinin
referansı ortaktır, yani dinin kurucusu referans alınmaktadır, aksi takdirde
kabul görmeleri imkânsızdır.
Kur’anın Rum süresinde;
“Dinlerini bölük pörçük edip fırkalara ayıranlar gibi olmayın.” Deniyor. Bu ayetten anlaşıldığı kadarıyla mezhepçilik,
tefrikacılık, dergahçılık ya da hizipçilik yapanlar açıkça ret
edilmektedir. Ama bu, gelişen hayat
şartları ve zamana ayak uydurmayın ve yenilik yapmayın, demek değildir, burada, din
adına yola çıkıp ayrışmayın, grupçuluktan güç ve zenginlik devşirmeyin
demek isteniyor.
Din neden yeniden yorumlansın
ki..?
Dinin yeniden yorumlanması hangi
ihtiyaçtan doğmaktadır? Buna bezer sorular, din medeniyetle uyumsuz mudur,
bilimsel gelişmeye, demokrasiye karşımıdır ki, yeniden yorumlansın tepkisine
neden olmaktadır.
Modernist algı ve nakil yoluyla
gelen geleneksel söylemlerin karşılaşması
dinin anlaşılmasında sıkıntı yaratıyor ve dinin yaşanması konusunda
ortaya çıkan çelişki ve sıkıntılar da çağdaş anlayışı ret ediyorsa eğer, endişelenmemek
elde değil. Bir önceki yazımda bu sorunun eğitim sisteminden kaynaklandığını
yazmıştım. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve TC iktidarları, yani hakim
anlayış gelenekselleşen dini, eğitim sistemi içinde ıslah edip güncelleyeceğine
iktidarlarını uzatmak için daha da yozlaştırdılar. Zihniyet değişmediği için
çağın gelişmeleri okunamadı, bu gün bile demokrasi talebi devlet şiddetiyle
karşılaşıyorsa eğer, sorun daha çok devam edecek demektir.
Hz. Muhammed’in son peygamber,
öğretisinin de son din olduğu İslam
dünyasında genel kabul görmektedir. Ancak bu demek değildir ki yeni bir vahiy
(mesaj) ve yeni bir rehber gelmeyecek ve değişime ayak uydurulmayacaktır.
Akait’teki Mehdi inancı yeni bir vahiy ve yeni bir rehberin geleceğine işaret
etmektedir, bu da gösteriyor ki evrensel otorite, ya da yaratan insan yaşamını süreç içinde gelişmeye -
evrime göre planlamıştır. Yoksa onca peygamber ve din yerine sadece biri gönderilirdi. O halde yenilikçi olmak gerek, bunu bir ibadet olarak da görmek gerek, zira
yaratan bunu istiyor. Öyleyse mevcut vahiy Müslümanların tarihi tecrübesi ile
yeniden yorumlanmalı ve güne uyumlu model yaşamlar geliştirilerek
insanlığa katkı sağlayacak hale
getirilmelidir. Bunun için öncelikle zihinsel bir devrim yaratılmalı, içtihat
sürecine işlerlik kazandırılarak çağın aklı hakim kılınmalı, küresel gelişmeler analiz edilmeli, yeni ve uygar bir Müslümanlık ve yeni bir nesil ancak bu şekilde olur.
Bu yapılmadı mı, kısmen denendi.
Zamanlarına göre ileri çıkıp değişimi savunan İbn-i Azam, Halac-ı Mansur, Şeriati, Said-é
Kurdi... vb gibi pek çok düşünür topluma
dayandırılan tabulara karşı direndiler , ancak iz bırakmaktan başka etkileri
olmadı ve ne yazık ki mağdur edildiler.
Günümüzde bile egemenler ilerici
düşünce ve yeniliğe karşı bu tavrı hala
devam ettirmektedirler. Çağın aklı ve temsilcisi olan medeni toplumlar değişimi
faydalı ve zorunlu görürken, tek adam anlayışına sahip geri kalmış gelenekçi
toplumlar ise değişimi tabu (tehlikeli-yasak) görmektedirler.
Tabu !
Psikoloji bilimi tabuyu; Kutsal,
ilahi, esrarengiz, yasak ve tehlikeli olan gizemli durum, varlık ve özelliğin
aracı ve kaynağı olan her şey ve kökenleri ile ilkel topluma ait olan, aynı
zamanda insan içgüdüleri ve doğaüstü güçler korkusu... Diye açıklar.
Günümüzde tabuları barındıran en
etkin kurumun din kurumu olduğu dikkate alınırsa eğer, dinde değişim ve yeniden
yorumlamanın kaçınılmaz olduğu fark edilecektir.
Tabularla şekillenmiş gelenekçi
dinin, yaşamı kısır bir döngüye
hapsederek toplumu sürekli gerilere götürdüğüne her gün şahit olmaktayız. Bu duruma adapte olan alt-kültür grupları
gözlendiğinde onları sevk ve idare eden temel faktörün tabular (korku-yasak)
olduğu anlaşılacaktır. İnançları korku
temeline oturtulmuştur bu kesimlerin, tabular aracılığıyla empoze edilen
suçluluk duygusu, cezalandırılma
korkusuna dönüştürülerek toplum din kurumuna, din kurumu da hizmet ettiği
otoriteye bağımlı kılınmıştır. Bu sebeptendir ki inançlı kesimler ihlal ettikleri tabuların
sonuçlarından kurtulabilmek için kefaret yoluyla arınmayı tercih ederken, akıl, bilim ve
devlete iltifat etmezler. Zira devlet
otoritesinin yarattığı cezalandırma korkusu, tanrı otoritesinin cezalandırma
korkusu kadar ürkütücü değildir, biri geçici, diğeri ebedidir. Bu kesimlerin fakir, eğitimsiz olması ve bunun
da toplumun ekseriyetini kapsıyor olması durumun vahametini ortaya koymaktadır.
Freud, saplantı nevrozunu bir dinin patolojik karşılığı olarak değerlendirir ve
bu nevrozu da bir din, dini ise evrensel bir saplantı nevrozu olarak tanımlar.
Freud’a göre nevrotik bir durumla
karşı karşıyayız, yani durum vahim, gerçekte de öyledir. Toplumun büyük
kesimini sevk ve idare eden yoz
anlayışın din kurumunu ve iktidarı ele geçirmesi elbette vahimdir, yarınlar
vahim sonuçlara gebedir. Orta doğudaki iktidarlarını devam ettirmek
isteyen teokratik güçlerin batılı
emperyalistlerle danışıklı düğüşerek
işbirliği yaptıkları artık sır değildir.
EL-Kaide, El-Daiş, El-Şebab,
El-Boko Haram, El-Nusra, El-Ekrad, El Hizbullah vb gibi pek çok radikal dinci
örgütü ayakta tutan temel faktör,
cehalet ve tabulara yenik alt-kültür düzeyli kesimler olsa bile onları sevk ve idare eden gücün devlet aklı
olduğu açıkça görülmektedir. Ve ne ilginçtir ki bu kesimler İslam dininden
referans aldıklarını ileri sürmektedirler.
İslam diğer dinlerden farklı
mıdır?
Her din toplumsal geleneği
yenileme ihtiyacını dikkate alarak ortaya çıkmış ve güne göre devrimci bir rol
oynamıştır, ancak hepsi süreç içinde yozlaşmıştır, çünkü gelişmelere ve tabii
ki değişime kendilerini kapattıkları için...
Yozlaşan bir din ya da sistem
kurtarıcı olabilir mi?
Günümüzde gelişme denince akla
sol kültür gelmektedir. Çünkü sol,
gelenekçi yaşam anlayışına ve
idarenin tek elden yürütülmesine karşı çıkıp, geleceğe dönük aklı, bilimi,
eşitliği, adaleti ve ekoloji gibi insan ve doğa odaklı bir yaşamı, sağ ise,
geleneğe ve tek sesli idareye dayalı egemen odaklı bir anlayışı savunur...
Peki orta doğu, ya da ön Asya’da
bir kişinin sağcı-muhafazakar-dinci olmasından kimse rahatsızlık duymuyor da
neden solcu olmasından rahatsızlık duyuluyor?
Bu tutarsızlık mıdır, yoksa haklı
sebepleri mi var?
Bunun için iki tarafın savunduğu
değerler arasındaki farklara kısaca
değinmek gerek.
Sol, düşünceyi inanca
dönüştürmeden değişebilirliği hesaba katarak hareket eder, ancak sağ,
düşüncenin inançla değer kazandığını savunur ve düşünceyi hapsederek değişen
koşullara ayak uydurmaz.
Sol denince aklınıza sosyalizmi
savunuyorum gelmesin, o da denendi ve süreç içinde yozlaşarak kurtarıcı
olmaktan çıktı.
İslam teorisyenleri İslam dinin
tüm zamanlara hitap ettiğini, günümüz Müslümanlarının sosyal adaletçi, eşitlikçi, Özgürlükçü,
antiemperyalist, sömürü ve kapitalizm karşıtı, çevreci ve savaş karşıtı
olduklarını savunur. Ancak mevcut İslami
pratiğe bakıldığı zaman teoriyle uyuşmadığı fark edilir. Teori güzel olabilir,
ama belirleyici ve değerli olan pratiktir. Yani söz konusu değerler Kur’anda
vurgulanıyor olsa bile, Taliban, El-Kaide, El-Işıd, El-Şebbap veya Vahhabi vb gibi ikincil kaynakların
Kur’an üzerinde üstünlük sağladığı günümüzde
ileri sürülen pratiğin İslami yaşamda yer bulmadığı bir gerçektir ve ne
yazık ki İslam denince teorisi değil, uygulamaları akla gelir. Günümüzde İslamo-fobiye
sebep olan da b udur.
Din bilimci Prof. Halil
Muhammed diyor ki; “ Kur’an Yahudiliği
ana monoteist (tek tanrılı) din olarak görürken, hadisler Yahudiliği
lanetlemiştir.” Her ne kadar Prof. Halil
Muhammed sorunu hadislere bağlasa da bu çelişki Kur’anda da vardır!
Şöyle ki; Bakara 62.ayette
“…Allaha ve kıyamet gününe inanan Sabii, Yahudi ve Hıristiyanlara korku
yoktur... “diyorsa da, Maide 51. ayette de ;
“Onlarla dost olmayın” demektedir. Yani sadece ikincil kaynaklar şüphe yaratmıyor,
Kurandaki ayetler de açıklandığı şekliyle çelişki yaratıyor! O zaman Kur’an
tefsirleri de dikkatle değerlendirilmelidir. Yozlaşmayı ve çelişkileri ortadan
kaldırabilmek için Kur’an ve hadislerin tekrardan elden geçirilmesi, yeniden yorumlanması gereklidir, hatta
girişim İslam aleminin dünyayla ilişkisinin rasyonalize edilebilmesi için
önemli ve de zorunludur.
İslam’daki yenilikçi ekolün
öncülerinden bir olan Fazlu Rahman Vahabiler içtihadı kullanarak radikal bir
din ekolü yarattılar, bu yapılmasaydı eğer, İslami yenilenme gerçekleşebilirdi,
derken haklı bir noktaya dikkat çekmiştir.
Hıristiyanların Protestanlıkla
gerçekleştirdiği reformu, yenilikçi Müslümanlar da yapabilirdi, ancak Müslümanlar
değişimin özü olan modern düşünce ile Kur’an düşüncesi arasında pozitif bir bağ
kuramadılar.
Bunu başarabilirler mi,
bilmiyorum,
Ama korkmaya gerek yok, bu dinden
çıkmak değil, dini yeniden yorumlamaktır...
Fikret Yaşar