kurdistan tarihi, felsefe, din,

23 Ocak 2015 Cuma

Din ve Tabular !



Din yeniden yorumlanmalıdır.
Dünyanın karşı karşıya bulunduğu bölgesel ve küresel tehditler karşısında Müslümanların 1400 yıl öncesinin stratejisiyle hareket etmesi dünyada endişe ve korkuya sebep olmaktadır. Bu nedenle değişen dünya koşullarına ayak uydurmak ve insanlık projesine katkı sunmak için mevcut dinin yeniden yorumlanması gerekiyor.
Özellikle de İslam dünyasında zulüm,  sömürü,  sefalet, işsizlik, savaş ve benzeri gelişmelerin  arkaik bir zihniyet ile bertaraf edilemeyeceğini düşünenler dinin yeniden yorumlanması ve güncellenmesi  gerektiğini  kabul etmektedirler.
Daha önce de belirtmiştim, din; birey ve toplum yaşamını düzenleme ihtiyacı ve iddiasından ortaya çıkmıştır. Dinler tarihi analiz edilince süreç içinde değişime uğradıkları, değişim ve ihtiyacın  yeni din, mezhep, teke, zaviye ve dergahlarla ortaya çıktığı  görülür.  Yakın tarihte ise bu ihtiyaç siyasal islamcı, fundamentelist, entegrist, liberal, gelenekçi, modernist vb gibi hizipçi maskelerle kendini gösteriyor, ancak hepsinin referansı ortaktır, yani dinin kurucusu referans alınmaktadır, aksi takdirde kabul görmeleri imkânsızdır.
Kur’anın Rum süresinde; “Dinlerini bölük pörçük edip fırkalara ayıranlar gibi olmayın.” Deniyor.  Bu ayetten anlaşıldığı kadarıyla mezhepçilik, tefrikacılık, dergahçılık ya da hizipçilik yapanlar açıkça ret edilmektedir.  Ama bu, gelişen hayat şartları ve zamana ayak uydurmayın ve yenilik yapmayın, demek değildir, burada, din adına yola çıkıp ayrışmayın, grupçuluktan güç ve zenginlik devşirmeyin demek isteniyor.
Din neden yeniden yorumlansın ki..?
Dinin yeniden yorumlanması hangi ihtiyaçtan doğmaktadır? Buna bezer sorular, din medeniyetle uyumsuz mudur, bilimsel gelişmeye, demokrasiye karşımıdır ki, yeniden yorumlansın tepkisine neden olmaktadır.
Modernist algı ve nakil yoluyla gelen geleneksel söylemlerin karşılaşması  dinin anlaşılmasında sıkıntı yaratıyor ve dinin yaşanması konusunda ortaya çıkan çelişki ve sıkıntılar da çağdaş anlayışı ret ediyorsa eğer, endişelenmemek elde değil. Bir önceki yazımda bu sorunun eğitim sisteminden kaynaklandığını yazmıştım. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve TC iktidarları, yani hakim anlayış gelenekselleşen dini, eğitim sistemi içinde ıslah edip güncelleyeceğine iktidarlarını uzatmak için daha da yozlaştırdılar. Zihniyet değişmediği için çağın gelişmeleri okunamadı, bu gün bile demokrasi talebi devlet şiddetiyle karşılaşıyorsa eğer, sorun daha çok devam edecek demektir.
Hz. Muhammed’in son peygamber, öğretisinin de son din  olduğu İslam dünyasında genel kabul görmektedir. Ancak bu demek değildir ki yeni bir vahiy (mesaj) ve yeni bir rehber gelmeyecek ve değişime ayak uydurulmayacaktır. Akait’teki Mehdi inancı yeni bir vahiy ve yeni bir rehberin geleceğine işaret etmektedir, bu da gösteriyor ki evrensel otorite, ya da yaratan  insan yaşamını süreç içinde gelişmeye - evrime göre planlamıştır. Yoksa onca peygamber ve din yerine sadece biri gönderilirdi. O halde yenilikçi olmak gerek, bunu  bir ibadet olarak da görmek gerek, zira yaratan bunu istiyor. Öyleyse mevcut vahiy Müslümanların tarihi tecrübesi ile yeniden yorumlanmalı ve güne uyumlu model yaşamlar geliştirilerek insanlığa  katkı sağlayacak hale getirilmelidir. Bunun için öncelikle zihinsel bir devrim yaratılmalı, içtihat sürecine işlerlik kazandırılarak çağın aklı hakim kılınmalı, küresel gelişmeler  analiz edilmeli, yeni ve uygar  bir Müslümanlık ve yeni bir nesil  ancak bu şekilde olur.
Bu yapılmadı mı, kısmen denendi. Zamanlarına göre ileri çıkıp değişimi savunan İbn-i  Azam, Halac-ı Mansur, Şeriati, Said-é Kurdi... vb gibi pek çok düşünür  topluma dayandırılan tabulara karşı direndiler , ancak iz bırakmaktan başka etkileri olmadı ve ne yazık ki mağdur edildiler.
Günümüzde bile egemenler ilerici düşünce ve yeniliğe  karşı bu tavrı hala devam ettirmektedirler. Çağın aklı ve temsilcisi olan medeni toplumlar değişimi faydalı ve zorunlu görürken, tek adam anlayışına sahip geri kalmış gelenekçi toplumlar  ise değişimi  tabu (tehlikeli-yasak) görmektedirler.
Tabu !
Psikoloji bilimi tabuyu; Kutsal, ilahi, esrarengiz, yasak ve tehlikeli olan gizemli durum, varlık ve özelliğin aracı ve kaynağı olan her şey ve kökenleri ile ilkel topluma ait olan, aynı zamanda insan içgüdüleri ve doğaüstü güçler korkusu...  Diye açıklar.
Günümüzde tabuları barındıran en etkin kurumun din kurumu olduğu dikkate alınırsa eğer, dinde değişim ve yeniden yorumlamanın kaçınılmaz olduğu fark edilecektir.
Tabularla şekillenmiş gelenekçi dinin, yaşamı  kısır bir döngüye hapsederek toplumu sürekli gerilere götürdüğüne her gün şahit olmaktayız.  Bu duruma adapte olan alt-kültür grupları gözlendiğinde onları sevk ve idare eden temel faktörün tabular (korku-yasak) olduğu anlaşılacaktır.  İnançları korku temeline oturtulmuştur bu kesimlerin, tabular aracılığıyla empoze edilen suçluluk duygusu,  cezalandırılma korkusuna dönüştürülerek toplum din kurumuna, din kurumu da hizmet ettiği otoriteye bağımlı kılınmıştır. Bu sebeptendir ki  inançlı kesimler ihlal ettikleri tabuların sonuçlarından kurtulabilmek için kefaret yoluyla  arınmayı tercih ederken, akıl, bilim ve devlete iltifat etmezler.  Zira devlet otoritesinin yarattığı cezalandırma korkusu, tanrı otoritesinin cezalandırma korkusu kadar ürkütücü değildir, biri geçici, diğeri ebedidir. Bu  kesimlerin fakir, eğitimsiz olması ve bunun da toplumun ekseriyetini kapsıyor olması durumun vahametini ortaya koymaktadır.
 Freud, saplantı nevrozunu bir dinin  patolojik karşılığı olarak değerlendirir ve bu nevrozu da bir din, dini ise evrensel bir saplantı nevrozu olarak tanımlar.
Freud’a göre nevrotik bir durumla karşı karşıyayız, yani durum vahim, gerçekte de öyledir. Toplumun büyük kesimini  sevk ve idare eden yoz anlayışın din kurumunu ve iktidarı ele geçirmesi elbette vahimdir, yarınlar vahim sonuçlara gebedir. Orta doğudaki iktidarlarını devam ettirmek isteyen  teokratik güçlerin batılı emperyalistlerle  danışıklı düğüşerek işbirliği  yaptıkları artık sır değildir.
EL-Kaide, El-Daiş, El-Şebab, El-Boko Haram, El-Nusra, El-Ekrad, El Hizbullah vb gibi pek çok radikal dinci örgütü ayakta tutan temel  faktör, cehalet ve tabulara yenik alt-kültür düzeyli kesimler olsa bile  onları sevk ve idare eden gücün devlet aklı olduğu açıkça görülmektedir. Ve ne ilginçtir ki bu kesimler İslam dininden referans aldıklarını ileri sürmektedirler.
İslam diğer dinlerden farklı mıdır?
Her din toplumsal geleneği yenileme ihtiyacını dikkate alarak ortaya çıkmış ve güne göre devrimci bir rol oynamıştır, ancak hepsi süreç içinde yozlaşmıştır, çünkü gelişmelere ve tabii ki değişime kendilerini kapattıkları için...
Yozlaşan bir din ya da sistem kurtarıcı olabilir mi?
Günümüzde gelişme denince akla sol kültür gelmektedir. Çünkü sol,  gelenekçi  yaşam anlayışına ve idarenin tek elden yürütülmesine karşı çıkıp, geleceğe dönük aklı, bilimi, eşitliği, adaleti ve ekoloji gibi insan ve doğa odaklı bir yaşamı, sağ ise, geleneğe ve tek sesli idareye dayalı egemen odaklı bir anlayışı savunur...
Peki orta doğu, ya da ön Asya’da bir kişinin sağcı-muhafazakar-dinci olmasından kimse rahatsızlık duymuyor da neden solcu olmasından rahatsızlık duyuluyor?
Bu tutarsızlık mıdır, yoksa haklı sebepleri mi var?
Bunun için iki tarafın savunduğu değerler arasındaki  farklara kısaca değinmek gerek.
Sol, düşünceyi inanca dönüştürmeden değişebilirliği hesaba katarak hareket eder, ancak sağ, düşüncenin inançla değer kazandığını savunur ve düşünceyi hapsederek değişen koşullara ayak uydurmaz.
Sol denince aklınıza sosyalizmi savunuyorum gelmesin, o da denendi ve süreç içinde yozlaşarak kurtarıcı olmaktan çıktı.
İslam teorisyenleri İslam dinin tüm zamanlara hitap ettiğini, günümüz Müslümanlarının  sosyal adaletçi, eşitlikçi, Özgürlükçü, antiemperyalist, sömürü ve kapitalizm karşıtı, çevreci ve savaş karşıtı olduklarını savunur.  Ancak mevcut İslami pratiğe bakıldığı zaman teoriyle uyuşmadığı fark edilir. Teori güzel olabilir, ama belirleyici ve değerli olan pratiktir. Yani söz konusu değerler Kur’anda vurgulanıyor olsa bile, Taliban, El-Kaide, El-Işıd, El-Şebbap  veya Vahhabi vb gibi ikincil kaynakların Kur’an üzerinde üstünlük sağladığı günümüzde  ileri sürülen pratiğin İslami yaşamda yer bulmadığı bir gerçektir ve ne yazık ki İslam denince teorisi değil, uygulamaları akla gelir. Günümüzde İslamo-fobiye sebep olan da b udur.
Din bilimci Prof. Halil Muhammed  diyor ki; “ Kur’an Yahudiliği ana monoteist (tek tanrılı) din olarak görürken, hadisler Yahudiliği lanetlemiştir.”  Her ne kadar Prof. Halil Muhammed sorunu hadislere bağlasa da bu çelişki Kur’anda da vardır!
Şöyle ki; Bakara 62.ayette “…Allaha ve kıyamet gününe inanan Sabii, Yahudi ve Hıristiyanlara korku yoktur... “diyorsa da, Maide 51. ayette de ;  “Onlarla dost olmayın” demektedir. Yani sadece ikincil kaynaklar şüphe yaratmıyor, Kurandaki ayetler de açıklandığı şekliyle çelişki yaratıyor! O zaman Kur’an tefsirleri de dikkatle değerlendirilmelidir. Yozlaşmayı ve çelişkileri ortadan kaldırabilmek için Kur’an ve hadislerin tekrardan elden geçirilmesi,  yeniden yorumlanması gereklidir, hatta girişim İslam aleminin dünyayla ilişkisinin rasyonalize edilebilmesi için önemli ve de zorunludur.
İslam’daki yenilikçi ekolün öncülerinden bir olan Fazlu Rahman Vahabiler içtihadı kullanarak radikal bir din ekolü yarattılar, bu yapılmasaydı eğer, İslami yenilenme gerçekleşebilirdi, derken haklı bir noktaya dikkat çekmiştir.
Hıristiyanların Protestanlıkla gerçekleştirdiği reformu,  yenilikçi  Müslümanlar da yapabilirdi, ancak Müslümanlar değişimin özü olan modern düşünce ile Kur’an düşüncesi arasında pozitif bir bağ kuramadılar.
Bunu başarabilirler mi, bilmiyorum,
Ama korkmaya gerek yok, bu dinden çıkmak değil, dini yeniden yorumlamaktır... 
Fikret Yaşar