Küreselleşme politik, ekonomik,
kültürel, teknolojik ve tüm toplumsal gelişmeleri tanımlamak için kullanılan bir
kavramdır. Sermayenin serbest dolaşımını sağlamak için, çok uluslu şirketlerin
kullandığı bir propaganda sloganı olsa bile, ulusal sınırların önemini ortandan
kaldıran ve dünyanın çehresini değiştiren bir süreçtir.
Çevre / iklim sorunları ise bilim, teknoloji ve buna bağlı endüstrinin ileri bir boyut kazanarak dünyanın
geleceğini tehdit eden kirlenme ve bozulma süreci olduğunu söyleyebiliriz.
Amerikalı siyaset bilimci ve
düşünür F.Fukuyama küreselleşme
ideolojik savaşlara son verecek, demişti.
İnsanlık tarihinin aynı zamanda savaşlar ve göçler tarihi olduğunu,
savaşların önce küçük kavgalarla başladığını, sonra hanedanlar,
krallıklar, imparatorluklar ve en son ulus devletler tarafından sürdürüldüğünü söyleyen Fukuyama, bu süreç sonunda savaşların ve tarihin de bittiğine dikkat çekiyordu.
Başka bir Amerikalı siyaset
bilimci olan S.Huntington buna itiraz ederek, savaşların yeniden başlayacağını, hem de bu savaşların
büyük boyutta olacağını ileri sürmüştü.
S.Huntington, eskiden devletler savaşırken önümüzdeki süreçte kültürler dinsel fay kırıklarıyla çatışacak., diyordu.
Bu iki siyaset bilimci bunları tartışırken henüz IŞID gibi radikal dinci örgütler piyasaya çıkmamıştı.
Elbette sadece İslami örgütler
şiddete başvurmuş değildir. Hıristiyanlık ve Yahudilikte de savaş ve terör eylemlerini
meşrulaştıracak söylemler vardır. Bu nedenle dine dayalı savaş ve terörizmi sadece İslam için ileri süremeyiz. Nitekim S.Huntington en büyük çatışmanın batı medeniyetinin dayandığı Hıristiyanlık ile Ortadoğu
medeniyetinin dayandığı İslam
arasında geçeceğini söylüyordu.
Hıristiyan batı, Rönesans’ın
açtığı yolda bilim ve akıl ile dini radikalleşmeyi törpülerken, -ne yazık ki- İslamist güçler dogmatizmle
beslediği kitleleri radikalleştirerek dünyaya terör ve savaşı dayatmış ve ihraç
etmiştir. Nitekim 11 Eylül Newyork
saldırısıyla batı İslam’a karşı gardını güçlendirmek için, Arap baharıyla kendi
demokrasi kültürünü İslam coğrafyasına taşıyıp, yaygınlaştırarak sosyo-ekonomik bir savaşa öncelik
vermiş ve beraberinde radikalleşen kitleleri kendi içinde çatıştırıp, kullanma
yolunu seçmiştir.
Çünkü günümüz dünyasında sosyo-ekonomik, teknolojik ve
enformatik gelişme küreselleşmede belirleyici rol oynuyor, dolayısıyla bu alanda
güçlü olan savaşı da kazanmaya daha yakın olur.
Böyle olunca ülkeler veya gücü elinde
bulunduran odaklar, süreci kendi lehlerine çevirmek için ellerindeki bilim, teknoloji ve enformasyon içeren tüm kozları kendi çıkarları için değerlendiriyorlar.
Geri kalmışlığımız ve sanayide ithal
ikameci bir toplum olmamız bizi kısmen bağımlı kılıdığı için, küreselleşmede büyük güçlerle boy ölçüşmek
yerine tabi olmak zorunda kalıyoruz. Ancak
AB, ABD ve NATO gibi güçlerin şemsiyesi altında bizden daha geri kalmış
komşularımıza ve muhaliflerimize de horozlanarak tatmin olmaya çalışıyoruz.
Nihayet son zamanlarda meydana gelen
ve iklim sorunları diye ifade edilen orman yangınları, sel felaketleri vb gibi doğal
afetler karşısında gücümüz olmadığını ve dünyanın da bizi kıskanmadığını fark
ettik.
20 yıldır sürdürülen gerici eğitim anlayışıyla iklim değişikliğinin ve yarattığı sorunların duayla bertaraf edileceğine inandırılmıştık, ta ki orman yangınlarında Cübbeli’nin reçetesinin yandığını görünceye kadar!
Uyanmışlarsa bilim ve aklın
gücü olmadan savaşlara ve doğal felaketlere karşı korunamayacağımızı da düşünmeye
başlamışlardır, herhalde.
İnsanoğlu
tarihsel süreçte hem kendisi ve hem de doğayla savaşmıştır.
Cehalet savaşlarında önce
birbirlerini yenmeye ve savaşmaya başlamış ve kendisiyle olan mücadelede
örgütlenerek aşiret, millet ve devlete giden süreçte silahları, silahlar
savaşları, savaşlar da göç ve uygarlıkları ortaya çıkarmıştır.
İkinci
savaşında ise doğaya karşı mücadele ederek doğayı ıslah ve kontrol etmeye
çalışmıştır.
Doğa ve insanla
savaş bilimi, bilim teknolojiyi, teknoloji ise sanayileşmeyi,
yani fabrikalaşma ve endüstriyi geliştirerek çevre sorunlarına yani dünyanın
hızla kirlenmesi ve iklim değişikliğine sebep olmuştur. Nitekim son orman
yangınları ve sel felaketlerinin sebebi de doğaya karşı yürütülen savaştır.
Kazdığımız kuyuya düşüyoruz!
Yangınlar ve
sel felaketlerindeki hazin tabloları dikkate alıp doğayla barışma süreci
başlatacak iradeyi göstermek için, geç kalmış değiliz, eğitim ve enformasyon
seferberliği toplumsal farkındalık yaratmaya yeter, çünkü başka yaşanacak dünya
yok.
Sadece doğayla barışmak yetmiyor, insanla da barışmak gerek. İnsan hakları ve demokrasiyi içselleştirerek, çevre bilincini geliştirip insan ve doğayla barışmanın yollarını da tartışabilmeliyiz.
Yakın
çevremizden başlayarak, bireysel ölçekte doğa ve insanla etkileşimde ne kadar
bilinçli, gözetici ve yapıcı olduğumuzu düşünme vaktidir. Zira yerelden tüme
doğru evirilen bir sorunla karşı karşıyayız. İklim/çevre sorunlarının insan
üzerindeki etkilerinin en yoğun yaşandığı alanlar sadece kırsal kesimler ya da
piknik alanları da değil, yerleşim birimleri olduğunu da bilmemiz gerek.
Yerleşim birimlerinin su, enerji ve ham madde kullanımı ekolojik tahribatı arttırdığı için, nüfusun temel ihtiyaçlara erişimi tehdit altına girmektedir. Özellikle kırılgan nüfusun barındığı varoşlar gibi dirençsiz yaşam bölgeleri bu durumdan daha çok etkilenmektedirler. Bu alanların kentin diğer bölgelerine göre teknik altyapısının daha yetersiz, kentsel hizmetlere erişimde de daha kısıtlı mekânlara ve imkanlara sahip oldukları bilinmektedir.
Şöyle bir dönün, yaşadığınız çevreye bakın, eminim ki bu gerçekliği görürsünüz ve ayrıca sorunları saymakla bitiremezsiniz,
ama unutulmamalı ki bu sorunları yaratanlar yine bizleriz, doğa
değil. Altyapı ve sosyalizasyon
hizmetlerini yerel ya da merkezi otoriteye havale ederek sorunun içinden
çıkamayız, zira tüm sorunların çözüm iradesi ve başarısı bilinçli ve örgütlü
olmakta yatar.
Bu sorunlarlailgili farkındalığının oluşmasında sosyal bilincin
önemli bir etkisi vardır. Farkındalığın arttırılması için, özellikle eğitim
kurumlarında çevre sorunlarının işlenmesi, stk’lar ve iletişime açık sosyal alanlarda göz önünde
bulundurulacak materyallerin sergilenmesi önem arz ediyor.
Dolayısıyla huzurlu bir yaşam için, doğa ve insan odaklı
düşünmeli ve otoriteleri buna zorlamalıyız.
Yoksa acı ve hüzün kaderimiz
olacaktır.
Fikret YAŞAR