Her devrim farklı olduğunu ileri sürerek geçmişi reddeder ve
gelecekle ilgili beklentileri kullanarak topluma yön verir.
Devrimler ; 1- Tanrı otoritesi, yani tanrısal emirleri
referans alan devrimler, ki bunlar din maskesiyle karşımıza çıkar, 2- Halk
otoritesi, yani halkın talepleri referans alınarak ortaya çıkan toplumsal
hareketlerdir. Tanrısal otoriteden referans alan devrimleri dinamize eden esas
faktör tanrısal emirler olsa bile motivasyonda binlerce yılın gelenekçi
anlayışı değişim ve dönüşümde ağır basar. Bu nedenle bu tür yapılanmalarda
aklın ve bilimin etkisi yok denecek kadar azdır. Sebebi de akıl, bilim ve
teknolojide büyük ilerlemeler sağlanmasına rağmen doğanın tüm sırlarının
aydınlatılamamasıdır. Çünkü bu fenomen durum gelenekçi kesimlerin elini
güçlendirmektedir.
Akıl ve bilimin referans alındığı batı toplumları ile
gelenekçi anlayışın egemen olduğu ortadoğu toplumları dikkate alındığında bu
gerçek farkedilecektir.
1979 da molalar öncülüğünde gerçekleştirilen İran İslam
Devrimi eski rejimin olumsuzluklarına karşılık, toplumun gelecekle ilgili
beklentilerinin İslami çerçevede gerçekleşeceği üstüne kurgulanmıştı. Mollalar,
dini önderlikle şahlık düzenini eleştirerek yeni ve kurtarıcı bir toplumsal
düzen yaptıklarını ileri sürerken tanrısal emirleri referans alarak hak,
adalet, eşitlik ve kardeşliğin hakim olacağını inandırmaya çalışıyorlardı.
Fransız Jakobenler de kendilerini Romalı Cumhuriyetçiler gibi ifade etmişlerdi,
Bolşevikler de Fransız Devrimine özenerek ve hatta daha da yenilikçi
olduklarını ileri sürerek ezilen kesimlere umut verdiler. Bugünün radikal
İslamcı hareketleri de batı emperyalizmine ve zulmüne karşı ayaklandıklarını,
buna karşılık hak, adalet ve eşitlik vb gibi söylemlerle ortaya çıkarak
kurtarıcı rolüne soyunduklarını ileri sürmektedirler...
Tüm tarihi deneyimler bize gösteriyor ki her devrim iyi
dileklerle başlar, ancak devrimi gerçekleştiren egemen ideolojilerin iktidar
hırsı, samimiyetsizlik, ya da beceriksizliği devrimi karşı devrime dönüştürür.
Devrim ya da değişimi tetikleyen temel faktörler korku,
çıkar ve bilgidir. Ne yazık ki tarihsel süreçte birey ve toplumları etkileyen
ve değişime sevk eden en önemli faktör korku olmuştur.
1400 yıl öncesinin esaslarını zaman ve mekan şartları ve
farklarını dikkate almadan olduğu gibi savunarak kurtarıcılığa soyunan radikal
İslamcı grupların bilgi faktörü yerine korku faktörünü egemen kılmalarının
sebebi de budur. Yine geri kalmış toplumlarda eğitimde şiddet faktörünün egemen
olmasının sebebi de ‘korku faktörü bireyi daha çok motive ediyor’, düşüncesine
dayanıyor.
Nitekim Hıristiyanlık dini de yayılmacı emelleri olan
zamanın kral ve feodal güçleri tarafından şiddet aracı olarak kullanılmıştı,
ancak bu arkaik anlayış süreç içinde reformist güçler tarafından ıslah edilerek
kilise duvarları arasına hapsedildi.
Tarihi deneyimlerden ders alan ılımlı İslamcılar da özünde
ilerlemeye engel olmayan İslam dininin çağa uygun olarak yorumlanabileceğini,
Hz. Muhammed’in :“ İnsanları sevmek en büyük ibadet ve en güzel fazilettir.”
Sözüne uygun bir anlayışla reforma tabi tutulması gerektiğini savunuyorlar.
Bir önceki yazımda; Hıristiyanların Protestanlıkla
gerçekleştirdikleri reformu Müslümanlar, değişimin özü olan modern düşünce ile
Kur’an düşüncesi arasında bir bağ kurarak yapabilirler... derken,
Hıristiyanlığı reforma iten koşulların İslam dünyası için de geçerli olduğunu
düşünmemdi.
Hıristiyanlığı değişime-reforma zorlayan en önemli etken
kapitalist gelişmeydi.
Zamanın öncü gücü burjuvaziydi ve kendi yaşam felsefesini
kiliseye ve mevcut otoriteye (kral ve derebeyler) dayatarak reformların
gerçekleşmesini sağlamıştı. Reformun itici gücü olan burjuvazi merkezi
krallıkların çıkarları ile ezilen halkın eşitlik ve özgürlük özlemlerini bir
potada kullanıp Katolik Roma Kilisesine karşı güç birliği yaptığı için başarıya
ulaştı. Kiliseye karşı oluşturulan ittifakın esas nedeni de burjuvazi ve
merkezi feodallerin iktisadi çıkarlarıydı. Kilise yenilince toprakları da bu
sınıflarca ele geçirildi. Sonrasında kilise ulusallaştı, İncil, diğer dillere
çevrildi ve herkes kendi diliyle ibadet etme imkanı buldu. Bu gelişmeler dini
otoritenin önünü keserek akıl, bilim ve teknolojinin gelişmesine kapı araladı.
Bu değişim İslam dunyasında da yaşanabilir.
Gerçi İslam dünyasında cami ve iktidar arasında kavga yok,
zira İslam daha baştan bir devlet dini olarak doğdu ve devletten ayrı bir makam
yoktu. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar dönemindeki halifelik yönetimi,
bir başka otoriteyle karşılaşmadı, batıda kilisenin devletle yaşadığı ayrılığı
yaşamadı. Halifelik makamı dini esaslara göre devleti yönetiyordu. İktidarın
esas sahibi tanrı olduğu için bir çatışma ortamı da oluşmadı, ancak bu katı
otoriter sitem reformların gelişmesine de fırsat vermedi.
Tarihsel pratiğe göre İslamın siyasal gerçekliği içsel
olduğu kadar dışsaldır.
Bugünkü Müslüman devletlerin hepsinde İslam devlet dinidir.
Bu da devletlerde meşruiyetin temelini, yani hukuk sisteminin temelinin dini
yasalara dayandığını gösterir. Bir tek Türkiye 1920’lerde islam hukuku yerine
din ile devlete ayrı varlık kazandırdı. Ancak toplumun çoğunluğunun dindar
olması ve bu durumun seçim sandığına yansıması sonucu iktidarlar oy toplamak
için dinden faydalanma yoluna başvurdular, iktidarlarını uzatmak isteyen
kesimler din derslerini zorunlu hale getirerek laik yapılanmadan ödün verdiler.
Sonuç: 2002’de İslamcılar iktidara geldi.
Kozmopolit bir toplumda siyasal egemenlik hile ve güç ile
tesis edilebilir, ama geniş bir coğrafyada uzun süre devam edemez. Arap Baharı
bunun örneğidir. Ancak şunu da gözardı etmemek gerek; Siyasal egemenliğin tanrı
otoritesine dayandırıldığı gelenekçi İslami toplumlarda otorite ve güç tanrı
adına kullanıldığı için, sisteme meşruiyet kazandıran kurumsal kavramlar
formaliteden vardır, yani işe yaramazlar. Gerek yasal düzenlemeler ve gerekse
geleceğe dönük hedef ve düzenlemelerin seçilmesinde referans alınan formüller
İslamdan alınmaktadır. Dolayısıyla bu tür toplumlarda değişim ve dönüşümün,
yani reformun önündeki en büyük engel de bu klişeci yapıdır. Ne ilginçtir ki,
bu klişeci yapının referans kaynağı dışsaldır.
İslami kaynaklar araştırılınca referans noktalarının İran,
Roma ve Yunan İmparatorluklarının gelenekleri olduğu görülecektir. Sekizinci
yüzyılda İran Devlet yönetimine ait metinler, saray görgü ve protokol
kurallarının yanı sıra Yunan siyaset felsefesi üzerine yazılan eserlerin
Arapça’ya tercüme edilmesi devlet ve siyaset yönetimi alanında İslami düşünce
ve söyleminin gelişmesi sağlanarak bu kültür yaratılmıştır. Ancak ilginçtir ki
bu karma yapı bugünün uygar dünyasıyla eskiden olduğu gibi diyalog ve uzlaşmaya
yanaşmamaktadır. O zaman şu soru akla gelir: Geçmişteki dışsal etkiye açık olan
İslam, yani İran, Roma ve Yunan İmparatorluklarından beslenen İslam neden
günümüzdeki uygar dünyadan yararlanmıyor..?
İktidar hırsı!
Günümüzde İslam Devrimi diye ortaya atılan, ama aslında
özgürlük ve uygarlık düşmanlığı sergileyen
İran Devleti ve radikal islamcı örgütlerin temel amacı iktidarlarını
kurmak ve -şer- düzenlerini devam ettirmektir. Bu -şer- yapılar ideolojik
mesajlarını devlet eliyle bütün dünyada geçerli kılmak istemektedirler, inanan
ve inanmayan her kesimin karşısındadırlar. Bu kesimin topluma egemen yapmaya
çalıştığı dinsel mesaj (İslami Devrim) karşısında insan hak ve özgürlükleri,
yani din ve inanç özgürlüğü tehlikededir. Zira mesajın kendisi değişken ve
tutarsızdır, öyle ya, İslam adına konuştuğunu ileri süren bu kesime sormak
gerek:
“Hangi İslam? “
İslam’ın içinde bulunduğu yozlaşma ve parçalanma birbirine
taban tabana zıt kesimler yaratmıştır. Örneğin: Şia İslam’ı ile Sünni İslam’ı,
ya da diğer mezhepler arası farklılık gösteren İslam, bunları uzlaştırmak
mümkün mü?
Kendini yenileyememiş ve birlik kuramamış bir İslamdan medet
umulur mu?
Ne var ki İslam yükseliş döneminde bu durumda değildi.
Zamanın uygar toplumlarıyla (Roma, İran, Yunan) diyaloğa girmiş, ünlü felsefe
ve bilim hareketlerinden faydalanmış ve ççağın ileri toplumu olmuştu. Oysa
bugün ortaya çıkan radikal İslamcı gruplar felsefenin ve bilimin öcülüğünü
yapan uygar dünyaya karşı topyekün bir reddiye içindeler. Uygar dünya
emperyalisttir tezini kullanıyorlar. Uygar dünya emperyalist de Araplar
emperyalist değil miydi? Binlerce yıldır başka halkların topraklarını işgal
etmiş ve asimilasyona uğratmışlar. Birine karşı duruken diğerine yol vermeye
gerek yok, bilim ve tekniği özümseyerek insanlıkla ortaklaşarak egemenlik
savaşı verilebilir.
Bin yılların emeği olan bilim ve teknik yoktan var olmadı,
koskoca bir felsefe, siyasal ve sosyal bir birikim vardır arkasında. Bunu yok
sayan ve biata dayanan, akla ve iradeye kelepçe vuran bir anlayış reform
yapamaz, dolayısıyla kurtarıcı olamaz. Kurtarıcı olan aklı ve bilimi referans
alıp reform yapabilenlerdir.
Bilginin hızla üretilip paylaşıldığı günümüzde aydınlanmaya
ayak direten kesimlere karşı aydınlanma, değişim ve devrim mücadelesini yürüten
Kürdler ancak kurtarıcı olabilir. Nitekim bugün dünyanın gözünde
kurtarıcıdırlar.
Dini milli standartlarına uyduran ve işgalci emellerine
aracı yapan emperyal Arap, İran ve Turk ittifakına rağmen bağımsız ve
demokratik toplum olma kavgasını Kurdistan kazanacaktır. Bu kavganın temelinde
işgal ve sömürgeciliğe karşı çıkarak milli bir toplum yaratma arzusu vardır. Bu
kavgada bütün düşünce ve eleştirilere kapıları açık tutarken, sömürgecilerin
dayattığı din anlayışı terk edilecek ve din yalnız ve yalnız vicdanlarda
kalacaktır. Devlet şu ya da bu dinin ve mezhebin tekelinde olmayacak, toplumsal
talepler demokratik çerçevede kendine yaşama şansı bulacak, kişi istediği gibi
düşünüp, inanacak ve örgütlenecektir.
Kürd halk devrimi akla, bilime ve Kürd vicdanına uygun
olanın aklanması, olmayanın mahkum edimesiyle doğa, toplum, insan ve Kurdistan
üstüne inşa edilecektir, aksi takdirde gerici, işgalci ve işbirlikçi anlayışın
hizmetinde yok olacaktır...
Fikret YAŞAR