kurdistan tarihi, felsefe, din,

8 Ağustos 2014 Cuma

İslam Revize Edilmelidir !

İslam bir realitedir.
Ancak bu realite cehaletle kabuk değiştirerek tehlikeli bir hal almıştır !
Peki İslami revizyon gerekli mi, ya da ne yapılmalı..?
Genel kanı;  Kur’an İslam’ının çağdaş yorumlarla güncellenmesidir.
Bunun için, öncelikle dinin devletin tekelinden çıkarılması gerekiyor. Yani diyanet kurumunun statüsünün değiştirilerek üniversite formatında özerk yapıya kavuşturulması ve bilim adamlarıyla ilişkilendirilerek akademik komsiyonlarca dinin yeniden yorumlanması gerekmektedir.
Osmanlıdan beridir siyasal iktidarlar din kurumunu emellerine alet etmiştir. Bireyin doğu-batı aksı arasında sıkıştırılarak dinsel olanla olmayan arasında yozlaştırılıp özgünlüğünden koparılmış olması revizyonu şart kılıyor.
Öyleyse İbni Rüşd’lerle Avrupa rönensansına katkı sağlayan ilerici İslamı yeniden keşfetmemiz gerekir...
Hırıstiyan mezhepler birlik içinde ortaklaşarak globalleşmeye doğru hızla giderken İslamı referans alan Işıd gibi gerici hareket, mezhep ve tarikatların ortaçağ zihniyetini aşarak ortadoğuyu karanlığa sürüklemesi kabul edilemez.
İslam neden bu hale geldi, ya da özü bu mudur ?
Bilindiği gibi İslam, Emevilerle başlayarak siyasal bir karakter kazandı ve ne yazık ki eğitim kurumlarını  değişen koşullara ve gelişmelere uyduramadı, bu nedenle de 1600 ‘lerin başından itibaren bilimsel alandaki kazanımlarını Avrupaya kaptırdı.
Ondan sonradır ki, başta Araplar olmak üzere Osmanlı döneminde  İslami araştırmalar yapılmadı, cumhuriyet dönemine gelindiğinde de din laik eğitimin dışında bırakılarak aydın din adamlarının yetişmesi engellendi. Eğitim kurumları lağvedilen ve yasaklanan İslam, köylü dini haline geldi. Kur’an’dan birkaç süre bilenlere imamlık makamı verilerek toplum cehalete mahküm edildi, hatta İslam öncesi döneme geri dönüldü de denebilir. Oysa cumhuriyet döneminde din çağdaş eğitim çerçevesinde alınıp işlense ve aydın din adamları yetiştirilseydi, bugün IŞID, ya da buna benzer gerici hareketler başımıza bela olmazdı.

Müslümanlar yüzyıllardır dini sadece ibadetler bazında ele aldı, halbuki dini felsefe, sosyoloji ve psikolojik yönden ele alıp bir kültür haline getirebilseydik eğer, ne dogmatizm, ne de siyasal islamcılık ortaya çıkardı.
Yakın zamanlarda toplum hayatına giren imam hatipler ve ilahiyet fakülteleri de mevcut iktidarlara politik malzeme üretmek için işletildiğinden İslami incelemeler, eleştiri ve analiz gereği gibi yapılmadı, akıl yerine kutsiyet çerçevesinde doğa üstü güçlerin egemenliği dayatıldı. Dayatılan Kutsallık adına Kur’an İslamı rafa kaldırıldı, Kur’an rafa kalkınca egemenler kendilerine göre dini yorumlatarak toplum sevk ve idare edildi.  
Gerçekten de peygamberin ölümünden sonra ortaya çıkan mezhep kurucularının yapmış olduğu yorumlar İslamı derinden sastı ve bölünmelere sebep oldu. Günümüze kadar süren mezhep savaşları da ortaya atılan yorum farkındandır. Birinin ak dediğine, bir diğeri kara diyerek karşı çıktı. Toplum bu çelişkilerle sarsıldı ve dinden uzaklaşarak siyasi erke alet oldu.
Mezhep kurucularının kendi zamanına ve ortamına göre doğru karar verdikleri düşünülebilir, ama günümüz için o yorumların geçerliliği kalmamıştır. Zira günümüz insanı kısmen de olsa aydınlanmıştır. Eğitim düzeyi yükselen birey eskiye itibar etmeden analitik bakış açısıyla  kendine özgü yorum yapabilecek seviyeye ulaşmıştır.
İbni Teymiye; İslami 3 kaide üzerinde açıklarken şöyle diyor: “ Kur’an ve hadisi okuyabilen ve okuduklarını anlayabilenlerin bir mezhebe, rehbere ve imama ihtiyaçları yoktur, ancak okuması olmayanların  rehbere- imama ihtiyacı vardır..!”
Bilginin çok kolay ulaşıldığı günümüzde Kur’anı okumak, anlamak ve hüküm çıkarmak kolaylaşmıştır, ancak  bu da beraberinde inançta ve ibadette standartlaşma sorununu getirmiştir.  Nitekim bundandır ki günümüzde tarikat ve cemaatlerden geçilmiyor. İlginç olan bu gelişmelerin toplumu aydınlatmak yerine halkı hem ekonomik, hem de zihnen sömürmek için kullanıldığıdır.
Bu tablo karşısında İslamcı alimler Kur’an ve İslami bilimler doğrultusunda  nesnel araştırmalar yapacaklarına dini kurumlara kutsallık kazandırarak siyasi iktidarlara hizmete devam ediyorlar. Çünkü işin ucunda rant vardır. İstisnaları yok mu? Elbette vardır, ama köşeye çekildikleri için belirleyici ve etkileyici değiller.
Kur’anın Türkçe-Kürdçe mealinin okunmaması da bu sebeptendir. Hipnotik etki devam etsin istiyor egemenler.
Bu yüzdendir ki Arap olmayan Müslümanlar bin küsur yıldır anlamını bilmedikleri Kur’anı okuyor. Anlaşılmayan söz ya da iş amacına ulaşmaz!
Bu yüzdendir ki, din fikirsel  yönüyle değil, şekli yönüyle uygulanıp  amacından uzaklaşmış ve özünü kavramayan, felsefe oluşturmayan ve hatta davranış değişikliği  yapamayan bir din haline gelmiştir.
Özellikle korku faktörü kullanılarak dayatıldığı için teslimiyet ve taklitçiliği  benimsemişiz. Taklitçi müslüman olduğumuz gibi, taklitçi batılı da olmuşuz. Yani bir bakıma inançta ve yaşamda kimlik sorunu yaşıyoruz.
Durum böyleyken "dinde revizyon  gerekldir" demekte bir beis aranmamalıdır!
Batının rönesans sonrası yakaladığı akıl çağı ve aydınlanmayı yakalayabilmemiz için öncelikle aydınlanmamız gerektiği gerçeği anlaşımalıdır.
E.Kant: “Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenen bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz...” der. Devamında, dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışını engeller ve hatta erginleşme ve olgunlaşma üstünde olumsuz etki yapar, diyor...
Dogmaları değil de aklı referans almış olsaydık eğer, Kur’anı bir dua, nazar, cennete gitmek için bir vize kitabı gibi kullanmazdık.  
Gerçek şu ki, 9. ve 12. Yuzyıllara göre bugünkü İslam çok gerilerde kalmıştır. Hatta buna İslam demek de yanlıştır, zira, aslına bakılırsa eğer, bunun arap yaşam tarzı ve ya Emevi İslamı olduğu görülecektir.
Yüz yıllar önce İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi, İbni Teymiyye ve Gazali gibi düşünürler Yunan felsefesinden yararlanarak düşünceye ve akla önem vermiş ve içinde bulundukları topluma çağın ileri kültürünü yaşatmışlardı. Ama ne yazık ki Gazaliden sonra işin kolayına gidilmiştir. Gazali kalbin  ve gözün aklı diye iki tür akıldan bahsediyor. Ancak Gazali sonrasında akıl tamamen inkar ediliyor. Akıl yolu zor olduğu için herkes iman etmeye çaba sarf ediyor. Oysa Kur'an, “ siz iman ettik demekle kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz, mutlaka çalışmanız gerek... ” diye uyarıyor.
Tabii ki, Kur’anın anlaşılamaması egemenlerin işine yarıyor. Çünkü toplumu kolayca sömürebilme imkanı doğuyor. Böyle olmasaydı Kürdler işgalci Arap, Türk, Fars ve her fırsatta Kürde düşmanlığını ilan eden Filistinlilere karşı bu denli pasif mi kalırdı..?
Kürdler sabahtan akşama kadar namaz kılsın, oruç tutsun ve öbür tarafa meyletsin de kafası çalışmasın isteniyor. Nitekim bu yozlaşmış dine en çok adapte olanlar da Kürdlerdir. Bu nedenledir ki Kürdistanın kültürel değerleri yok edilme derecesine gelmiş, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, eğitim sistemleri işgalciler ve ağababalarının eline geçmiştir.
Ümmet birliği yalanıyla kandırılıp yurtları işgal edilen kürdler ne hikmetse 22 devlete bölünmüş Arap dünyasının neden birleşmediğini sorgulayamıyor ..!
Özcesi, revizyon şart .
İslamcı Kürd aydınlarına büyük görevler düşüyor.
Bir taraftan dine el atmaları gerekirken, diğer tarftan da Arap seviciliğinden kurtulup Kürd kültür kurumları ve değerlerinin özgünleşmesi için çaba sarf etmeleri gerekir.
Aksi takdirde IŞID ve işgalciler ergenliğimizden beslenmeye devam edecektir.

Fikret Yaşar

   


30 Mayıs 2014 Cuma

Önderlik / Otorite Nedir ?

“ Bir kötü lider, iki iyi liderden daha iyidir.” Napoleon

Birey ve toplum ilişkilerini disipline etme ihtiyacı tarihsel süreç boyunca insanı meşgul etmiştir.
İlkel toplumdan günümüze dek  süren bu ilişki, modern örgütlenmeden, gelenekçi yapıya sahip olan aile gruplarına kadar,  ast-üst, yöneten-yönetilen şeklinde yürütülmüştür. Belirleyici ve uygulayıcı olan da  töre, din ve siyaset kurumları olmuştur.
Bu durum aile içi ilişkilerde daha çok ödül ağırlıklı olup öğrenme ve gelişmeye yönelik prensiplere dayanır, katı cezai durumlar da uygulanır elbette, ama duygu bağı belirleyicidir. Modern düzende  de öğrenme ve gelişme söz konusudur, ancak ilişki formeldir, yani duyguya yer yoktur, bu nedenle ilişkide daha çok cezai yön ön plana çıkar.  
Bilim kurumlarınca yapılan  “aile içinde şiddet” konulu araştırmalar  evde %80 oranında fiziksel cezaların uygulandığını göstermiştir. Okul içi şiddet oranları da buna yakındır. Yetişkinlerin kullandığı şiddet yöntemleriyle büyüyen çocuklar, bu yüzden olsa gerek ileriki yaşlarda tüm deneyimlerini baskı ve hükmetme üzerine kurarlar.

Machiavelli: “ Sevilmektense korkulan olun, zira insanlar korktuklarına saygı duyarlar !” diyor.
Doğrudur,  okula alıştırılmak için gönderildiğim ilk gün sınıfın sıra dayağından geçirilmesi sonucu dayak yemiş ve saygı duymayı öğrenmiştim. Şiddet ve korkuyla özdeşleştirmiştim öğretmeni, bu yüzden de sevmemiştim. Adı hala beleğimde saklıdır, Asım Hocanın.
Günümüzde sıra dayağı yok, ama bizim dönemimizde vardı, elli yılda çok şey değişti belki, ancak şiddet hala birey ve toplumu en çok etkileyen faktörlerin başında geliyor.
Gelenekçi toplumlarda olduğu gibi, az gelişmiş modern toplum örgütlenmelerinde de katı hiyerarşik yapıyı besleyen temel faktör korkudur, fiziki ya da psikolojik, fark etmez...
Liseli yıllara kadar sokakta polis, asker, ya da devlet memuru gördüğümüzde korkuyla kendimize çeki düzen vermemizin sebebi çocukluğumuzdan beri maruz kaldığımız şiddetti, ezilmişliğimizin farkna vardığımız yıllardı, yavaş yavaş politize oluyorduk, ama farkına varmadan yarattığımız alternatif otoritenin  de piyonları olmuştuk.
Faaliyetlerimizde en heybetli ve korkusuz olanı lider seçiyorduk, çünkü lider korkutmasını bilmeli diye düşünüyorduk, zira böyle öğretilmişti. En çok korktuğumuz öğretmen heybetli, gür sesli, çatık kaşlı, korkusuz ve acımasız olandı, biz de gençlik yıllarında lider seçerken bu kıstaslara bakıyorduk, otoriteden anladığımız buydu. Bugün de liderde aradığımız kriterler değişmiş değil, zira kafa yapmız pek değişmedi, insana değer vermeyişimizn altında yatan gerçek de budur.
Hala statü için liyakat-uzmanlık aranmaz bizde, çünkü uzmanlar sorgular, eleştirir, hatta bölücü-hizipçi ve tehlikelidir diye düşünürüz, hatta otoriteyi sarsıcı etkilerinden dolayı da bertaraf edilme riski taşırlar. Bizi vesayetçiliğe iten kısır zihniyet budur işte, böyle düşündüğümüz için de yarattığımız liderleri külte dönüştürürüz.
Kült haline getirdiğimiz liderin güc psikozunda  ast - bireylerle olan ilişkisini kısıtlamasını da onaylarız, çünkü lider kimseyle yüz göz olmamalı, diye düşünürüz. Oysa üst-ast - bireyler arasındaki sınırlı ilişki, ya da ilişkisizlik katı statü oluşturarak bireylerin karar süreçlerine katılımını engeller, yöneten ve yönetilenler arasında iki yüzlülüğe neden olur, yanlışlıklar yalan söylemeye, çıkar ilişkileri de yozlaşmaya sevk eder, tüm bunlar korku, düşmanlık ve kırgınlıklar yaratarak toplumu güç kullanan lidere bağımlı kılar.
Ayrıca otoritesini güce dayandıran liderler güvensiz ve kuşkucu olurlar, astlarının kendisini yönlendirmeye yönelik yeteneklerinin sınırlı ve yetersiz olduğunu düşünür ve sorunlara alternatif çözümler üretmelerini engeller. Bu tür girişimleri rekabet veya karşı darbe olarak nitelerse eğer, tehdit algısyla kişileri bertaraf da eder.
Örgütlerdeki iç infazların sebebi budur genellikle.
Peki gelişmiş toplumda lider nasıl olur?
Gelişmiş toplumlara baktığımızda bireysel güç yerine grup gücünün kullanıldığını, yani kadro-yönetim anlayışının tercih edildiğini görürüz. Kadro yönetiminde otorite sevgi, saygı, uzmanlık, ödül ve ceza faktörleriyle kendini gösterir, satatü sorun değildir, özgür irade ve özgün yapı her alanda hakimdir. Tek kişiye liderlik payesi verilse bile karar alma sürecinde lider yalnız bırakılmaz, yönlendirici ve motive edici temel güç kadrodur.  Kısacası kadro yönetiminde  ast-üst ilişkileri rasyoneldir ve karşılıklı gereksinimlerin karşılandığı, kabul ve saygının pratikte yer alarak sorunların birlikte çözüldüğü, güç kullanmak yerine “kaybeden yok” metodunun pratize edildiği ilişkiler söz konusudur.
Öyleyse lider gerekli midir ?
İnsanları kurumsal ya da toplumsal fayda sağlamak için  takım halinde çalışmaya ikna etmek gerektiği için liderlik pozisyonu gereklidir.  Grubun veya  örgütün sürekliliği için liderlik şart. Bir futbol takımı düşünün, hakem olmadan maç, koç olmadan takım düzeni sağlanamaz...
Çağdaş toplumlar bize gelişim ve ilerlemenin ancak ortak çaba ve farklı görüşlerle sağlanabileceğini göstermesine rağmen,  toplumsal pratiğimiz bunun aksini yaptığımızı ve bunda ısrarcı olduğumuzu göstermektedir. Çünkü bizde yöntemi ve hukuksal düzeni sağlayan ortak çaba değil, genellikle lider olur, bu nedenle lider yasama, yürütme ve yargı erkidir ve onu kült yapan da bu sınırsız yetkidir. 
Stalin, Atatürk, Kadafi ve Saddam gibi liderleri kült haline getiren faktör 3Y (yasama-yürütme-yargı) gücünü ellerinde bulundurmuş olmalarıdır.
Kürd liderlerde de bu özenti göze çarpıyor.
PKK lideri Ocalan 3Y  gücüne sahip olduğu için, bugüne kadar Kandil ve BDP  özgün bir politika yürüte(medi)miyorlar. Bu durumdan da en çok devlet memnundur. Elinde rehin tuttuğu Ocalan’ı yönlendirerek vesayeti altındaki Kürd siyasetini kolaylıkla  turki karaktere devşirebilmesinin sırrı da burada yatmaktadır.
"Fırtına koptuğu zaman gemilerin kaptanları her şey kontrol altındaymış gibi davranır."
Bazı liderler de grogi durumlarda aynı tavrı sergiler, durum ne olursa olsun kontrolün kendilerinde olduğunu göstermek için beyanatlar verirler, hataları da alt kadrolara pas ederler.
Alt kadrolar sorgulama ve eleştirme yetisinden uzak tiplerden seçildikleri için sorgulamaz ve eleştirmezler, daha çok pragmatik davranıp sistemdeki hiyerarşik ayrıcalıktan  faydalanmaya çalışırlar, lider ve sistemin koruyuculuğunu da en çok bu kesim yüklenir. Ancak  sistemin sonunu da bunlar getirir.

Sonuç: Liderlik, illa ki birilerine hükmetmek değildir.
Çağdaş insan yönetilmekten yönlendirmeyi anlar, zira liderlik; insanları yönetmek değil, insanları yönlendirerek hedefe ulaşmaktır.
Bunun için liderliğe soyunan kişi önce kendi altyapısını kurmalı.
Stratejik düşünme modeline sahip olması ve öz farkındalığını yaratması gerekir.
Plan ve programlar konusunda da TUTARLI ve GÜVENİLİR olmalı...
Bunlar olmadan ÖNDER olunmaz !

Fikret Yaşar

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Gelenekçi Kürdler İşgalcilere Karşı..!


“Toplumların politik bir düzen oluşturmasında temel etken savaştır. Sahip olma dürtüsü bu olguyu dayatıyor, barış da bu dürtünün yumuşatılarak iktidarın paylaşılması arzusudur.”


Geçenlerde Toros Üniversitesinde “insan olmak” adlı konferansa katılmıştım.
İnsan ve hayvan arasındaki farklar anlatıldı.
 ‘Akıl, vicdan, el ve dil.’
Bu dört başlık altında anlatılanlara ben de söz alarak görüşümü açıkladım.
Daha düne kadar hayvanlar akılsız varlıklar olarak biliniyordu, ancak artık hayvanların da kısmen akıllı olduğu gerçeğini bilim bize göstermiştir.
Bana göre; İnsan aklı koşulsuz, yani serbsettir, hayvan aklı ise koşullu, yani sınırlandırılmıştır.
Koşullandırıldığı alanlar beslenme,  güvenlik ve üreme olarak bilinir.
Vicdan konusunda  ise insan koşullandırılmıştır. Din ve yasalarla... Buna karşılık hayvanlarda herhangi bir vicdani koşul söz konusu değildir, davranışlarını sınırlayan bir yasa yok, yani şu iyi, bu kötü analizini yapamaz, terbiyeli ya da iyi olması beklenemez, bu nedenle her türlü davranışı sergiler.
İnsan ise davranışlarını iyi, kötü... gibi analizlerle kararlaştırır. Bu analize sebep olan kuşullanma faktörleri de din, etik değerler, mahalle baskısı-töre, toplumsal yasalar ve bilimsel gerçekler olarak açıklanabilir. Yani, insan davranış analizi yapmaya şartlandırılmıştır, bunu da “vicdan” olarak ifade ediyoruz.
Kısacası, insanda akıl serbest, vicdan koşullandırılmıştır, hayvanda ise  vicdan serbest akıl koşullandırılmıştır.
El ve beceri konusuna gelirsek; bu konuda da bazı hayvanların, özellikle şempanzelerin ellerini kullanarak pipet gibi araçlar yaptığı ve beş parmağı kullandıkları görülmüştür, ancak koşullu akıldan dolayı bunu geliştiremiyorlar.
Dil konusunda ise bazı hayvanların kendi aralarında  iletişim kurdukları yine hayvan bilimciller tarafından ileri sürülmektedir.
Sonuç; Koşulsuz akıl ile koşullu vicdan insana ölçme ve değerlendirme yetisi vermiştir, budur onu farklı kılan.
Çünkü insan hem yapar, hem bozar, hem yardımsever, hem de yok edicidir.
Kendini koruma dışında saldırgan davranışlar göstermeyen insanın toplumsallaşmayla beraber değiştiğini görüyoruz !
Sosyal bilimler bize insanın toplumsallaşma sonucu saldırganlaştığını, sosyal ilişkilerin insan egosunu dürterek kabul, saygı ve sahip olma güdüsünü geliştirdiğini ve bunun da savaşları ortaya çıkardığını söylemektedir.
Bu nedenle de bazı araştırmacılar, toplumsallaşma saldırı ve savaşların sebebi, ya da savaşlar toplumsallaşmanın sonucudur, der.
Doğası gereği sadece savunma amaçlı saldırganlık gösteren insan, savaşı öğrendikten sonra öldürmeyi, çalmayı ve sahip olmayı öğrenmiş ve bu da karakteristik yapısını değiştirmiştir.
Savaş fikri GANİMET ile özdeşleşmiş ve ordular bu arzuyla motive edilmişlerdir.
Bu durum insanın çevreye ve dünyaya ilgisini de artırmıştır.
Tarihsel süreç analiz edilince görülür ki, her savaş ve göç sonrası toplumsal yapı değişikliğe uğramıştır. Bir bakıma savaşlar ve göçler yıkım gibi görünseler de arkalarında yenilenme ve değişimi de beraber getirmiş ve kültürlerin sentezini oluşturarak uygarlığa katkı sağlamıştır, denilebilir.
Her olumsuzluğun ardında bir olumluluk ve her olumluluğun ardında da bir olumsuzluk vardır.
İspanyolların Amerikayı keşfi, İngilizlerin dünyayı saran işgal hareketleri, Turklerin Asyadan Avrupaya kadar uzanan fetihleri ve Arapların dini kullanarak ön Asya ve Afrikayı işgalleri bu çerçevede okunmalıdır.
Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında onların birbirlerini öldürmelerini ve birbirlerinin topraklarına el koymalarını anlayamamışlardı. Durumu kavradıklarında da topraklarının altında bulunan değerli madenlerin buz örtüsüyle kaplı olmasına sevinmişlerdi. Ancak toplumsal gelişme sağlayamadılar ve kısmen ilk günkü gibi yaşamaktadırlar
Kürdistan toprakları Eskimo toprakları gibi buz kaplı  değil, ama Kürdler hala Eskimolar gibi geri kalmış ve toplumsallaşmayı gerçekleştirememişlerdir.
Aslında Kürdistan’ın talihsizliği gibi görünen talihi yer altı zenginliğidir, I. dünya savaşında parçalanmasının altında yatan ana faktör bu zenginliğin paylaşılması ve denetlenmesidir.
Savaş sürecinde Kürdler, Arap kültür emperyalizminin etkisinde kaldıkları için aşiretçilikten devlete evrilemediler, bu etkiyi fark eden batılılar Kurdistanı İslamist iktidarlar üzerinden sömürmenin kolay olacağını düşünerek hareket ettiler. Kürdlerin mülkiyet ve yönetme hırsını törpüleyen  uhreviyat psikozu da yönetilmelerine sebep olmuş, hatta kolaylaştırmıştı.
İşgal ve talan kışkırtma sebebi olsa bile hipnozdan uyanamayan Kürdler hala kendilerine Arap ya da Turk  vasi arayışından vazgeçmiş değiller,  oysa kışkırtılmış kişilik savaşmayı seçer, Kürdlerin savaşmak yerine yozlaştırılmış barış seçeneğini tercih ederek korunma refleksi göstermeleri mağduriyetlerine son vermez, zira  TC ve Arap devetleri  işgal ve istilanın ürünüdürler!
İşgal ve talan üzerine iktidar kuranlar asla barışa yanaşmazlar, bu nedenle tc ve arapların Kürdlerle barışmalarını  beklemek ham hayaldir.
Barışıyor gibi görünmelerinin altında yatan gerçek de dünyayı sarsan küreselleşme rüzgarıdır.
TC, üniter ulus devlet yapısını korumak için demokratik modernite projesini Kürdlere ihale ederek barışıyor imajı verirken, yeni dünya düzeninde de meşruiyet aramaktadır.
Yani barışta samimi değil, olamaz da..!
Çünkü Kürdler gelenekçi, işgalciler uygar..!
 Uygar işgalciler, gelenekçi Kürdleri diplomasi, siyaset, yalan, ihale, rüşvet ve hırsızlık gibi pragmatik davranışlarla kandırabileceklerini biliyorlar..!

Fikret Yaşar



20 Nisan 2014 Pazar

İttihat Terakki / HDP ve Kürdistan Sorunu..!



Kürdistanın özgürlüğü ve bağımsızlığı arzusu Kürd halkını birleştirebilir, ama ne yazık ki bu birliği engelleyen aktörler yine bu argüman/iddia ile hareket eden liderler ve partileridir."


Kemalistlerin bilinçli olarak telafuz ettiği "Kürd sorunu" aslında toprak temelli coğrafik bir sorundur.
TC, askeri yöntemlerle çözemediği "Kürdistan Sorunu"nu dezenformasyonla bireysel haklar düzeyine indirgeyerek Kürdleri sistem içinde tutmaya çalışırken, işgal, inkar ve soykırım ile ilgili gerçekleri de görevlendirdiği  gazeteci, yazar ve akademisyenler eliyle çarpıtarak toplum hafızasını formatlamaya çalışı(tı)yor.
Yakın zamana kadar muhalif düşünenlere uygulanan yoğun baskı ve yasaklar yüzünden de sorun tarihsel ve sosyolojik veriler ışığında tartışılmadı, tartışılmaya başlandığında da derin güçlerin kışkırttığı milis kuvvetler her zamankinden daha fazla Kürdlere saldırdı..
Tüm saldırı ve provokasyonlara rağmen ateşkes kurallarına uyan Kürdler çatışmasızlık sürecinde yarattıkları olumlu havayla dünyaya ve topluma barış umudu verdi, terör imajı el değiştirdi, ancak devlet alışık olduğu alicengiz oyunlarından vazgeçmiyor ve hala barış elini uzatmış değil.

Barışa yanaşmayan, kamusal alan, siyaset, eğitim ve ekonomisiyle toplumu  vesayeti altına alan derin  devlet aklına rağmen, tarihsel gerçekleri çarpıtmadan, sosyolojik ve tarihsel veriler üzerinden makul bir çözüm mümkün mü acaba?
Şunun için soruyorum, bazı kaynaklara göre, hala darbe tehlikesi geçmiş değil !
Bu korku sürerken aydınlar ve demokratik baskı gruplarının soruna yaklaşımı ve samimiyeti tartışlıabilir ! demek istiyorum.

Sorunun tarihsel boyutunu da biraz irdelemek  gerek:
Sorunun asıl müsebbibi İttihati ve Terakki Cemiyetidir (İTC), ancak HDP bayrağı devralmış görünüyor.
Neden  HDP ?
TC, tabanın dayatmasıyla kurulmuş bir devlet değildir, aksine tavanın bastırmasıyla kurulmuştur. Bu tür devletlerin resmi ideolojileri olur ve bu ideolojiler sakattır,  dayatmacıdır, sunidir. Önce bir devlet kurulmuş sonrasında da ona uygun bir ulusal kimlik bulunmuştur.
Osmanlılar döneminde aşağılanan ve hor görülen Turk kimliği günün devrimci nosyonuna ilham kaynağı olmuş ve mağdur gibi gözüken kimliğin üstüne yeni devletin temelleri oturtulmuştur. Dönemin ulusal devlet modeline uymayan bu sakat suni yapılanma vatandaşı dışladığı için beraberinde sorunlar üreterek bugünlere dek gelinmiştir. Ortaklaşarak  kurulan devletin yerel halkların iradesiyle biçimlenmesi beklenirken, emperyal İngiliz aklı masada bir devlet projesi oluşturarak  göçmen Turk kimliği üzerinden bölgede politikalarını sağlamaya çalışmış ve bu projenin taşeronluğunu da İTC'ye vermiştir.
Aslında bu şer yapının (İTC) çıkış amacı özgürlükçüdür, devrim ve değişimden yana olan öğrenciler tarafında başlatılmıştır. Yani bugünkü HDP’e ne kadar özgürlükçüyse İTC'de o kadar özgürlükçü ve ilericiydi. Bu yüzden de kurucuları arasında Turklerden çok Kürdler ve diğer yerli halklar yer almıştı.
Sanki tarih HDP ile tekerrür edecek gibi...
Sırrı Süreyya’nın : “HDP, Kürd milliyetçiliğinin önüne geçmek için kurulmuştur.”  ifadesi düşündürücü ve kışkırtıcıdır!
Uzun süren çatışmalı sürecin iki tarafı kışkırttığı, bunun da süregelen çatışmalara ve çözümsüzlüğe sebep olduğu da bir gerçek, ancak barışalım derken egemene endeksli bir siyaset ve Kürdlerin sigortası olan silahlı kesimin pasifize edilerek  güç dengelerinde  Kürdler aleyhine zafiyet yaratılması endişelendiriyor, çünkü öte yandan devlet savaş hazırlığı yapıyor. Yapılan kalekollar, dağ yolları ve Erdoğan tarafından dillendirilen ırkçı söylemler bunu gösteriyor..!
Biz barış derken muhattabımız savaşa bileniyor, yani.
Savaş mı istiyoruz, elbette hayır. 
Sorunun demokratik platformlarda ve demokratik çözümlerle çözülmesini kim istemezki, ancak böyle bir şansın olabilmesi için Kürdlerin de caydırıcı ve ikna edici bir güce sahip olması gerekiyor. Özgürlüğümüzün teminatı olan silahlı gücü pasifize edip, Kürd siyasetini de turkleştirerek bir yere varılmaz. Ulusal haklarından feragat ederek marabalığa kim razı olabilir ki..? Bu teslimiyet Kürdü egemene özendirir, nitekim Kürdlerdeki özentili duruma bakınca endişelenmemek elde değil..
Sayın Mustafa Acar son yazısında : “...Dünyanın tüm devletsiz, ezilen ulusları bağımsız bir devlete sahip olmak için ellerinden geleni yaparken, neden Kürtleri bir ülke sahibi olma idealinden yabancılaştırmaya çalışırlar? 
O pek dâhiyane “devletsiz” çözümlerini neden Filistinliler, Basklar, Katalanlar, Uygurlar, Çeçenler, Kırımlılar gibi başka halklara da önermezler?...” diye dikkat çekiyor.

HDP'nin de internet sitesinde Kıbrıs, Balkanlar, Asya, ortadoğu-Filistin halklarının bağımsız devlet kurma hakları savunulurken, Kürdler için eğitim, kimlik, eşitlik ve özgürlük taleplerinin destekleneceği vurgulanıyor!

İlginçtir, Kıbrıstaki işgalci güç ile İsrail topraklarına sonradan gelip yerleşen işgalci Filistinlilere bağımsızlık reva görülürken, toprakları işgale maruz kalan Kürdlere de uşaklık düşünülüyor..!
Gel de endişelenme..!
Anlaşılan o ki, dün ittihat Terakki üzerinden uygulanan senaryo, bugün HDP üzerinden yürütülüyor.
Ne diyelim, böyle buyurmuş  Zerdoşt !
Kimin haddine karşı gelmek ?

Fikret Yaşar










26 Mart 2014 Çarşamba

Kürdistan Zengin ve Bölünmüş Olmasaydı ..!


Facebookta El Kaideci çetelerin bazı tutsakları diz üstü oturtup enselerinden vurarak öldürdükleri videoyu görünce, şok oldum ve İslamo-fobiyi yaratan bu mahlukların sömürgeci iktidarlar üzerinden sinsice nasıl yayıldıklarını düşünmeye başladım. (https://www.facebook.com/photo.php?v=258882837616027)

Videoyu seyredince barbarların binlerce yıldır Kürdistanda talan ve katliamları insafsızca gerçekleştirmiş olabileceklerini anladım, gerçekte de durum böyleydi, ama bize pembe masallarla bu piyon mahlukların kurtarıcı olduğu anlatılmıştı, kurtuluş savaşında Anadolu’nun  kurtarıldığına inandırıldığımız gibi...
Aslında bu kan emici keneler binlerce yıldır Kurdistanın sırtından geçiniyorlardı, çünkü bu diyar zengindi, çöl ile kıyasandığında cenneti aratmıyordu.
Helmut ve Moltke yazdıkları Kurdistan gezi notlarında Kurdistanın bakir ve zengin bir yer olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “burada yüzlerce yıl işlenebilecek demir madeni açıkta duruyor, bu topraklarda ne bollukta madenlerin olduğunu henüz hiç bir mineralog  araştırmış değil...
Gerçekten de Kürdistan  dağları, ovaları, suları ve yer altı zenginlikleriyle dünyada eşine az rastlanır  bir  coğrafyadır.
Bu zenginlik, kadim zamanda Kürdleri ve beraber yaşadığı Mezopotamya halklarını düşünmeye ve üretmeye zorlamış ve avcı toplayıcı toplumdan tarım toplumuna geçişi sağlayan gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.
Bir başka açıdan bakıldığı zaman da bu zenginlik ve kadim kültürün Kürdlere büyük devletler  kurdurttuğu de görülür, ancak bu kadim uygarlık çevredeki barbar halkların iştahını karbartmış ve  uzun süren saldırı  ve katliamlarla bu cennet coğrafya cehenneme dönüştürülmüştür.
Ne yazık ki tahribatın asılı zihinlerde yapılmıştır. Kürd kendine yabancılaştırılmış önce Arap, sonrasında da Turk efendisini sevmeye ve devşirilerek hizmetine razı olmaya zorlanmıştır. Gerçekten de binlerce yıllık esaretin sebep  ve sonuçları incelenirken karşımıza çıkan esas sorun "efendisini sevicilik" ile sağlanan zihinsel mutasyondur. Kürdistan topraklarının işgale uğraması yetmemiş gibi, Kürd’ün zihni de işgale uğramış ve kendine yabancılaştırılarak devşirilmiştir. Tarihle ve özgün kültürüyle olan bağı koparılarak hiçlik psikozu ve marabalığa itilmiştir. Bu nedenle de rolünü benimseyen bazı kesimler Kürd ve Kürdistani kimliğe ve değerlere açıktan tavır alarak sömürgecilerin değerleri ve çıkarlarını benimser olmuştur .
Arapların din kurumu üzerinden yürüttükleri zihinsel mutasyon fars ve turk egemenler tarafından da bir süre kullanıldı, ancak gelinen süreçte dinin tek başına denetim sağlayamayacağı anlaşılınca popüler olan batı kültürü de bakurde devreye konuldu.
Bilginin hızla üretilip paylaşılmasını sağlayan gelişmeler karşısında uyanan kitleyi denetim altında tutmanın bir başka yolu bulunmalıydı yani, o tezgah da hazırdı “daha çok demokrasi ve halkların kardeşliği” gibi neo-politik söylemlerle Kürd halkı anti-Kürd hedeflere yönlendirilerek enerjisi başka mecralara aktarıldı.

 “Egemenlerin yedeğinde olusturulan  "ulusal"  pencereler her zaman egemenlerin egemenliklerinin güçlenmesini sağlamıştır.”  Diyen Sayın Hasan Doğan,  haklı bir noktaya parmak basmıştır.

Gerçekten de zihinsel mutasyondan kaynaklı “kendine yabancılık” egemenlerin dayatmasıdır, bu nedenle de ulusal değil, ya ümmetçi, ya da enternasyonalist yönelimle başkalarına hizmet ediyoruz. Bu kısır döngüden kurtulabilmemenin ve kendine hizmet edebilmenin tek çıkar yolu da kendini ve tarihini bilmektir.

Tarihini bilmiyorsan başkalarına hizmet edersin!
Arap ve diğer barbar istilacı kavimlerin Kurdistan coğrafyasına nasıl-niçin geldikleri iyice anlaşılmadan hipnozik etkiden kurtulmak mümkün değildir. Bu nedenle Kürdlük aşkı olan (!) her Kürdün öncelikle kendi tarihini iyi bilmesi gerekiyor.
Bilinmelidir ki, Kürdistanda en büyük tahribatı yapan işgalci-ganimetçi kavimler Arap yarımadasından gelmişlerdir.  Yani bugün Suriyede o videoda örneklerini gördüğümüz El Kaideciler dün de başka isimlerle buradaydılar.  Söylemleri aynıydı; “ Bizim gibi düşünmeyenlerin canı, malı, namusu helaldir !” Yani Xwoda için değil, kendileri için buradaydılar...
Din maskesiyle gelen bu barbarların aslında ganimetçi bir anlayışla tahribat yaptıklarını bugün daha iyi anlıyoruz.  Bugün olduğu gibi dün de Kürdistanın tümünde  Kürdlerin canı, malı ve namusunu ganimet saymışlardı. Bugün olduğu gibi, dün de direnişle karşı karşıya kaldılar ve ama ne yazık ki her dönem olduğu gibi bugün de yenilginin mimaları yine devşirilmiş hayinlerdir, işgalciler değil.
Kürdler dün de, bugünde istilacı kültürlerin vesayetinde kaldıkları için bölük pörçük...
KCK ve PYD’nin Kobanideki barbar kuşatmasına karşı yardım çağrılarına Kürdlerin gereken ilgiyi göstermemesinin nedeni de bu bölünmüşlüktür.  Çünkü PKK ve PYD’nin Mit-Ocalan söylemli işgalciye yaranma politikaları gelenekçi Kürdlere güven vermiyor,  gelenekçi  Kürdlerin yürüttüğü politikalar da PKK ve PYD’ye güven vermiyor.
“Hal böyle olunca, mal da, can da elden gider...” misali Kürdlerin hali pür-melal, zira politikaları vesayet altında, düşmanalarınca belirlenmektedir.

"Vesayet ve himaye altına giren bir toplum istiklalini yitirir."

Dikkat edilirse eğer, dün de bugün de işgalciler Kürdün tarihi mirasları ile bağlarını koparmak için yoğun uğraş vererek vasiliğine soyunmuştur.
Araplar Kürdistanı işgal etmeye başladıkları 7.y.y. ortalarında dini vesayeti egemen kılarak Kürdçe konuşanları cezalandırmaya başlamış, kütüphanelerdeki eserler halifelerin emirleriyle yakılmış ve yerlerine Arap dili ve yazısı zorla kabul ettirilerek yeni bir dil ve kimlik dayatılmıştır.
Arap imhasında kurtulabilen eserler ise sonrasında bölgeye gelen barbar Orta Asyalılar tarafından aynı yöntemler kullanılarak tamamen ortadan kaldırılmıştır. 
Ve yine dikkat edilirse eğer, Arap cihadı daha çok Kurdistana uygulanmıştır!

Bu arada sayın Kadir Amaç'ın facebooktaki paylaşımını hatırladım, sanki bugün içimden geçenleri okumuştu!
 "Kahrolsun Siyasal İslam kardeşliği! 
   kahrolsun Sosyalizim kardeşliği! 
  Yaşasın akıl, bilim ve adalet kardeşliği! 
 Yaşasın Kürdistan halkının ,özgürlük ve bağımsızlık davası!" 
Saadede gelelim:
Kürdistandaki zenginlik batılıların da iştahını kabarttığı için 1.dünya savaşı sonrasında bölgedeki sınırlar yeniden çizilerek yeni devletler oluşturuldu, ama Kürdlerin efendileri değişmedi. Devşirilmiş olmaları statü ve egemenlik kurmalarına mani olmuştu. Sonrasında dörde ayrılan Kurdistanın her parçası egemenine kısa sürede tabi olmuş ve ufak tefek başkaldırılar dışında kayda değer bir gelişme olmamıştı, zira zihinsel olarak mutasyona uğramış her parça kendi efendisine hizmeti görev bilmiştir.

Bölünmüşlük ve devşirilme psikozu Kobani, Amed, Hewlér ve Mahabat’ta devam ettiği sürece Kurdistanda emelleri olanlar kullandıkları piyonlara Kürdün malı, canı ve namusu  ganimettir, diye fetva vereceklerdir.
Kısacası;
Zenginlik ve bölünmüşlük sebebidir mağduriyetimizin, vesselam.

Fikret Yaşar


28 Ocak 2014 Salı

Siyasi ve Silahlı Koruculuk !

" Her devlet yarattığı düşman üzerinden güç kazanır ! "
Kürdistan tarihi incelendiğinde göçmen halkların Kurdistan’da kurduğu iktidarları yine Kürdler üzerinden geliştirdiği senaryolarla devam ettirdiği görülmektedir. Yani, Bizans, Arap, Pers ve Turklerin Kürdistan’da kalıcı olmalarının esas sebebi Kürdlerin verdiği destektir.
Siyasi literatürde bu destek koruculuk olarak ifade edilmektedir.
Koruculuk, sadece silahla yapılmaz, maksat devletin çıkarlarını korumaksa eğer, bunu politik kulvarlarda düşün ve yazın yoluyla da yapmak mümkündür.  Bu da siyasal koruculuk anlamına gelir.  Daha çok gönüllü yapıldığı için silahlı koruculuktan daha da etkindir.
Cumhuriyet öncesinde, yani Osmanlılar döneminin sonlarına doğru Kürdlerin Hamidiye Alayları içinde sadece silahlı koruculuk yapmalarına karşı günümüzde hem silahlı, hem de siyasi alanda koruculuk yapılmaktadır.
12 Eylül depremiyle dağılan Kürd örgütlerinin yerinde oluşan boşluğu dolduran PKK, Kürdlerin özgürlük arzularını gerçekleştirmek üzere harekete geçtiğinde devlet  tarihsel deneyiminden yola çıkarak, “Kürdü Kürde kırdırmak” için koruculuk sistemini devreye koydu.
Bunun için 1984 yılında çatışmaların başlamasıyla beraber  aşiret reisleriyle pazarlıklara girişti. Aşiretleri devlet yanlısı ve devlet karşıtı gibi göstererek ödül ve ceza yöntemiyle kontrolüne aldı. Yani bir kısmına çıkar sağlayarak, bir kısmını da tehdit ve şantajla kendi tarafına çekerek silahlandırdı. Özellikle 1990’lı yıllarda, koruculuğu kabul etmeyenleri ‘devlet karşıtı’ veya ‘terör yandaşı’ gibi göstererek,  toplu göz altı, köy yakma ve katliamlarla cezalandırma yoluna gitti. Gönüllü korucu olanların, ‘terörle mücadele’ adı altında, kendi çıkarları için halka karşı her türlü suçu işlemelerine göz yumdu. Bu nedenle de TC, korucu güçlerin organize bir suç örgütü haline gelmesini de engelleyemedi.
TC İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, 30 yılda korucular, köy yakmadan tecavüze, adam kaçırmadan uyuşturucu kaçakçılığına ve işkenceyle adam öldürmeye kadar  binlerce suç işlemişlerdir.
Abdülmelik Fırat bu durumu, “Şeref ve haysiyetten nasibini almamış insanların eline silah vermek cinayettir, hiç kimse şimdiye kadar bu korucular kadar tahribat yapmadı, bu paralı asker / katiller, Fransız lejyonerleri gibi hareket etmektedir” biçiminde ifade ederek devlet eliyle oluşturulan suç örgütüne dikkat çekmiştir.
Ancak başta OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu, Necati Bilican ve diğer resmi görevliler, bazı sakıncaları olmasına rağmen koruculuk sisteminden vazgeçilememesi gerektiğini söyleyerek tartışılmasını bile engellemişlerdir. Koruculuğun ‘güney doğu’da 60 bin aileye iş istihdamı yarattığını, her ailede 10 kişi, bunun da 600 bin kişi demek olduğunu belirterek dikkatleri ekonomik alana çekmişlerdi.  Oysa biliyoruz ki,  uygulamaya konulan bu ekonomik paket, ya da paketler  Kürdistandaki  yurtsever halkı bertaraf etmek gayesiyle kullanılmıştır. 
Ekonomik yönden desteklenen aşiret çeteleri Kontrgerilla ile ortak çalışma sonucu militaristleşerek hem ekonomik, hem siyasi anlamda bölgede  otorite / paramiliter güç olmuşlardır. Bu gücü kullanarak boşaltılan köyler  ve bölgedeki  işletmelere el koyarak  kapital yönünden de güç haline gelmiş ve devlete daha geniş alanda hizmet etmeye devam etmişlerdir. Bu gün sistem partileri içinde mecliste gövde gösterisi yapan vekillerin %99’u bahsettiğim  işbirliği ve ihanet çemberinde palazlanarak bu mertebeye gelenlerdir.
Bunların ekonomik ve siyasal gücü ellerinde tutarak bölge halkı üstünde baskı kurmalarına -elbette- hükümetler izin vermiştir, zira her dönem iktidar partilerinde yer almalarının sebebi de budur. Otuz yıllık sürece baktığımızda bunların ilk önceleri  ANAP'lı, sonra DYP'li ve son süreçte de AKP’li olduğunu görüyoruz. 
Devlet içinde devlet olan bu paramiliter güçlerin beslendiği esas kaynak ise aslında Kürdistan sorunudur, bu nedenle sorunun çözülmesi en çok da bu kesimi endişelendirmektedir, yani devlet samimi olarak sorunu çözüyorum dese bile bu kesimler sorunun çözülmemesi için ellerinden geleni yapacaktır.
Neticede devlet Kürd sorununda çözümsüzlükte, baskı ve inkâr politikalarındaki ısrarın bir sonucu olarak gündeme getirdiği  koruculuk sistemiyle sorunu çözmek yerine, sorun içinde kendine sorun yaratarak işin içinden çıkamaz duruma gelmiştir.  Nitekim, Suriye politikasında da aynı kafayla hareket ederek dış politikada prestij kaybına uğramıştır. Rusya Devlet Başkanı Putin'in “Dünya  önümüzdeki süreçte Türkiye’deki  ‘El Kaide’ terörünü konuşacaktır...” demeci -TC'nin sakat politikaları dikkate alınınca- düşündürücüdür.
Devlet hatalardan ders alacağına sakat politikalarında ısrar etmektedir. Kürdistan sorununda aşiretler üzerinde yürütülen koruculuk sistemi iflas edince bu sefer de elinde tuttuğu rehine üzerinden örgüt, parti ve Kürdleri kandırarak ‘barış süreci’ denen sahte bir projeye ortak etmeye çalışmaktadır. Nitekim bu plana inandırılan Öcalan devletin oyununa gelerek  ulusal programından vazgeçmiş ve işgalci sistemin meşruyetini vurgulayan tezlerle projenin yürütülmesine destek vermiştir. Bu projeye inanan Burkay, Şıvan ve Barzani bile Turkiye’ye  gelerek sistemin politikalarına meşruyet kazandırmış, bir nevi siyasal koruculuğa destek vermişlerdir.
BDP, Kandil, Burkay ve diğer kesimler devletin oyalayıcı tavrı karşısında alternatif politikalar ileri sürmek yerine ‘bekle gör’ politikası izleyerek  pasif konumda beklemişlerdir. Özellikle BDP ve Kandil ‘önderliğe zarar gelmesin’ hesabıyla tamamen iradesiz davranmışlardır. Dışarıdaki özgür güçlerin politika üretememesi devletin işine gelmiştir. Önderliğin her söylemini ayet sanan halkımızın bazı kesimleri ileri sürülen anti-kürd politikalara  itiraz etmeden bu siyasete destek olmuşlardır. Devamında devletin bekası ve ali menfaatlerini korumak için gerilla silahsızlandırılıp cepheden uzaklaştırılarak Kandile hapsedilmiştir.
Böylelikle bazı kesimler için ‘Kürdistan’ın bağımsızlığı ve özgürlüğü "out", demokratik büyük Türkiye  "in’ olmuştur.
Kısacası, sistem, oynadığı ali-cengiz oyunlarıyla kendisine kafa tutan silahlı Kürd gücünü korucularla ağaların çizgisine getirerek aynı cephede yer almalarını sağlayarak başarılı bir politika izlemiştir! 
Kime karşı? Kurdistan’ın bağımsızlığı ve özgürlüğünü isteyen kesime karşı.  
Özelde bana mesaj atan bazı fanatik Apoculara göre Öcalan tahkiye yapıyormuş ve bu ‘derin bir diplomasiymiş, öyle diyorlar.  Öcalan’ın yakalandıktan sonra kıvrak zekasıyla ajitatif savunma yerine devletin hiç beklemediği bir şekilde devlet tezlerini savunarak sorunun demokratik olduğunu ileri sürmesi sadece politik bir manevradan ibarettir, diyorlar…
Umalım ki öyledir, peki  bu rol değişikliği ne kazandıracak, ne kaybettirecek?
-Egemen tezli politikalar Kürdleri dünyanın özgür halkları düzeyinde eşit ve rahat bir yaşama kavuşturabilecek mi?
-Kürdistan topraklarını işgalden kurtaracak mı?
-Kim deneyimli bu konuda?
Bu senaryo daha önce de uygunlamış, ama  sonuç -Kürdler için- hüsran...
1500’lerin başında Yavuz Selim ile İdris-î Bitlisi ortak değerlerde ve ortak vatanda ittifak kurdular. Yavuz Kürdler sayesinde egemenliğini imparatorluğa dönüştürürken, İdris-i Bitlisi ve Kürd mirleri imparatorluğun ezici gücü karşısında yanaşma durumuna düştüler, hatta daha sonraları bölgeye İstanbul’dan mirler-beyler atandı, 1800’lere gelindiğinde de Osmanlı çeşitli bahanelerle bey-mirleri bertaraf ederek, Kürdistan’ı ilhak etmek amacıyla yandaşı dini figürleri ve valileri görevlendirdi.
Sonuç bilinmektedir!
Bugün de demokratik özerklik denen egemen yanlısı projeyle Kürdler yine ‘Turkiyelilik’ kimliğine yamanmaya çalışılmaktadır. Valilerimizi, kaymakamlarımızı ve belediye başkanlarımızı biz seçeceğiz, ancak ipin ucu Ankara’da olacak. Yani kendi topraklarında egemene tabi  yaşayacaksın, toprakların yine işgalden kurtulmayacak ve yine tüm değerlerin egemen kimliğin sosyo-ekonomik baskısı altında olacak...
Elbette bu da seni dünya milletleri seviyesine taşımaya yetmeyecek.
Kaldı ki TC bu konuda  olumlu bir mesaj da vermiş değil, hala ‘tek, tek, tek’ diyerek retçi davranmaktadır.
Egemenin teklerine karşı tek çare Kurdî bilinç ve birliktir. Yani koruculukla bu iş yürümez. 
Said-ê Kurdi: “Birlikte kuvvet ve hayat, kardeşlikte de saadet var, birliğin ipine ve muhabbetine sımsıkı sarılın ki sizi belâdan kurtarsın” demiş.
Kime söylemiş bunları, elbette Kürdlere, kime karşı, elbette işgalcilere karşı…
Dinledik mi? Hayır, çünkü bize uymuyor.
Öyle ya, egemenin çıkarlarını korumak daha cazip geliyor…
Peki, bunca bedel, 'siyasi koruculuk' anlamına gelen bu son duruş için mi ödendi ..?
Bu soruya karşı herkes sessiz!
Malesef sorgulamıyoruz !
Zira üç maymunları oynamak işimize geliyor.
Fikret Yaşar

24 Ocak 2014 Cuma

Mehabad Kürd Cumhuriyeti ve Rojava


1942 yılının Eylül ayında Mehabadlı bir grup genç  “Çemé Sablax” kıyısında piknik yaparken  Kürdistanın içinde bulunduğu durumu tartışarak siyasi bir örgütün kurulması yönünde fikir birliğine vardılar.
Sonraki toplantılarında çalışmalarını ilerleterek kurulması düşünülen örgütün adı ve prensipleri üzerinde anlaştılar. Örgütün adı “Komelayé Ziyaneweyé  Kurdistan” yani kısaca “KOMELA” idi.
Med sonrasında susturulan, soykırımlara uğratılan bir halk bir piknik alanında ocağa çakılan bir kıvılcımla ateşleniyor ve ayağa kalkmaya çalışıyordu. Piknik alanındaki  özgürlük ateşiyle beslenen “Komela” kısa zamanda gelişerek  “xwendaperest” adıyla merkez komitesini belirledi (1943).
Kurdler arasında yoğun ilgi gören örgüt, 1944 yılında propaganda faaliyetlerini geliştirerek  Sovyet sınırına kadar siyasi alanını  genişletti. Güneyde ise , yani Kirmanşah ve Senendej taraflarında siyasi doku farklılık gösterdiği için harekete ilgi yok denecek kadar azdı. Zira bu bölgedeki  Kürdlerin çoğu  Şii mezhebine mensuptu, bu nedenle sünni Kürdlerle ortak siyasi oluşumda bir araya gelmeleri mümkün görünmüyordu. Bir kısmı ise egemen Fars kültürünün etkisinde kalarak devşirilmiş ve zihnen mutasyona uğramıştı.
Mezhep farklılığından dolayı şiilerin ilgi göstermediği  Kürd özgürlük hareketi  çoğunluğu şafii olan sünni Kürdler tarafında desk gördü ve katılımların artmasıyla  beraber yöredeki ağa ve şexler de örgüte biat etmek zorunda kaldılar.
Gelişme, artık İran sınırlarını zorluyordu, nitekim örgüt aynı yıl Irak, Suriye ve Sovyetlerdeki Kürdlerle ilişki kurulması için kararlar almış ve temsilcilerini söz konusu bölgelere göndermişti.
 “Hévi” örgütünün Iraqtaki koluyla temaslarda bulunuldu, karşılıklı olarak Mehabat’a da Iraqtan temsilci gönderildi. Aynı dönemde diğer bölgelerdeki Kürd temsilciler de Mehabat’a gelerek Kürdistan’da meydana gelen gelişmeleri ve yapılan özerklik çalışmalarını yakından incelediler. Bu ziyaretler  sırasında Kürdistanın birleşmesini sembolize eden  görüşmeler yapıldı ve görüşmeye katılanlar kendi aralarında işbirliği ve dayanışmaya karar vererek konu doğrultusunda bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmaya da “Peymana Sésinor”  adı verildi.
İşbirliği ve dayanışmanın sağladığı gelişmeler hızla ilerlerken bir takım teknik çalışmalar da çözüm bekliyordu. Bunlardan biri coğrafi durumuna  açıklık getirecek olan Kurdistan haritasıydı. Bunun için Bedirxani ailesinin Beyruttaki çalışmaları esnasında hazırladıkları harita  dikkate değer bulunmuştu. Bu haritadaki sınırlar Akdeniz ve Basra körfezine uzanmasına rağmen  Lorlar ve  Bextiyarilerin bulunduğu bölgeyi kapsamıyordu, buna rağmen  kimilerince eksik, kimilerince abartılı bulunsa da seçilen harita genel kabul görmüştü.
Bu çalışmaların devamında aynı yıl  ulusal Kürd  Bayrağı hazırlandı. Üç şeritten oluşan bayrak Med İmparatorluğunun kullandığı renklerden oluşuyordu. Bir farkla, renkler şeritler halinde dizilmiş, üstte kırmızı, ortada beyaz, altta yeşil ve ortada yer alan beyaz şeritin üstünde de sarı renkte  Kürdleri temsil eden Güneş  bulunuyordu. Sonradan güneşin iki yanına buğday başakları ve bir kalem yerleştirilerek ulusal bayrak da tamamlanmıştı.
Tüm bu gelişmeler ikinci dünya savaşının cereyan ettiği süreçte meydana geliyordu,  bu süreçte dünya barışı ve güvenliğini korumak ve ülkeler arası kültürel ilişkileri geliştirmek için  birleşmiş milletler örgütü kuruldu (1945).
Yani, Kürdler doğu Kurdistanda  meydana gelen ulusal hareketle ilgilenirken dünya yeni bir sayfa açıyor, dünya düzeni formatlanıyordu. İçinde bulunulan sosyo-ekonomik şartlar, iletişim ve ulaşım koşullarının yetersizliği Kürdlerin bu yeni dünya düzeninde yer almasına olanak sağlamayacaktı. Ancak kıt imkanlara rağmen Kürd milliyetçileri geniş bir ulusal cephe içinde  işbirliğine hazır ve istekliydi,  zira onları istekli kılan milli amaçları vardı, bu da milli haklarını elde etmek ve içinde özgürce yaşayabilecekleri özerk bir alan  belirlemekti.
Tüm bu gelişmeler lider olmadan yürütülüyordu, özerklik ya da bağımsızlık  yolunda nihai bir karar vermeden önce bir ulusal önderin seçilmesi gerektiği anlaşılınca,  lider arayışı başlatıldı.
Komela örgütü Kürdlük aşkıyla (!) hareket eden  demokratik düşünceye sahip aktörlerle yürütülüyordu, bu nedenle kimse liderlik için örgütü ele geçirmek gibi bir hataya düşmedi. Arayışlar sonucu örgüt üyesi olmadığı halde, -bazılarının karşı çıkmasına rağmen- sahip olduğu güç ve prestij sayesinded Kadı Muhammed lider seçildi.
Kadı Muhammed’in örgütün başına geçmesiyle beraber  hareket prestij ve güç kazandı. Örgütün lider seçimindeki isabetli kararı Iraqta mücadele veren Mela Mıstefa Barzaniyi de etkilemişti, bu nedenle de Barzani İran’a gelerek Kadı Mıhemmed’e bağlılığını bildirdi. Barzanin  katılması domino etkisi yapmış ve Kürdistan’ın diğer parçalarından da harekete katılımları hızlandırmıştı.
Ancak bir sorun vardı, tüm bu katılımlar bir disiplin altına alınmalı ve kurumlaşmaya gidilmeliydi. Bunun için ilk adımı Barzani attı. Barzani, Kadı Muhammed ile yaptığı görüşmede tüm savaşçılarıyla beraber emrinde olduğunu ve yetki verilirse eğer, düzenli bir  ordu kurmak istediğini bildirmiş ve bu adımla beraber cumhuriyetin ilk kurumları kurulmuştu.
Son bir adım bekleniyordu, o da partileşmekti. Komela hareketi bağımsızlığa doğru hızla ilerlemesine rağmen  gizli bir örgüt olduğu için toplantılarını yapacak bir genel merkezden yoksundu. Bu nedenle de bağımsızlığa giden yolda siyasi bir partinin kurulması elzem gözüküyordu. Bunun için gerekli çalışmalar başlatıldı ve yapılan çalışmalarla  “Komela”  örgütü,  “Kurdistan Demokrat Partisi”ne dönüştürüldü.  Yani, örgütün yapısında bir değişiklik yapılmadan  hatta tüzüğü ve merkez komite üyeleri bile değişmeden  “Kurdistan Demokrat Partisi “ kuruldu (1945).
Kurulan parti programı aşağıdaki 7 maddeden oluşuyordu:
1-      İrandaki KURD HALKI özerk bir yönetime sahip olacaktır.
2-      Resmi dil ve öğretim dili KURDÇE olacaktır.
3-      İran Anayasasına uygun olarak KURDİSTAN’DAKİ kamu  kurumları üzerinde denetim ve kontrol hakkını kullanacak bir yasama meclisi için seçim yapılcaktır.
4-      KURDİSTAN’DAKİ bütün devlet memurları KURD olacaktır.
5-      KURDİSTAN’DA toplanan vergiler KURDİSTAN’A harcanacaktır.
6-      KURDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ bölgede yaşayan azınlıklarla samimi ilişkiler kurup çalışmalar yapacaktır.
7-      Parti KURDİSTANDA  sosyalizasyon çalışmaları ve bu doğrultuda hizmetler yürütecektir.
Partinin kurulması ve yukarıdaki programın deklerasyonuyla beraber  Kurd ulusal hareketi demokratik bir nitelik kazandı. Ama tüm bu gelişmelerin  Sovyetler Birliğinin desteğiyle yürütülmesi bazı kesimlerde rahatsızlık ve kuşkuya neden oluyordu. İtiraz ve eleştirilere rağmen Kadı Muhammed,  Sovyetlerin  desteğiyle Kürdlerin nihai hedefe ulaşacağına inandığını göstermek için,  kendisinin Sovyetler  Birliğinin vesayeti altına girdiği yolundaki iddialara karşı çıkarak, katı bir Kürd milliyetçisi olduğunu ve sonuna kadar bu davaya hizmet edeceğinini  deklere etti.  Ancak  sonuç  kuşkuları haklı çıkardı ve Sovyetler desteğini çekince  çiçeği burnundaki Kürd Cumhuriyeti  aç kurtlara yem oldu...
Bugün Rojeva Kurdistanında  ilan edilen özerklik aynı coşkuyla ama aynı kuşkularla karşılanmaktadır.
Zira bir yanda özgürlük umudu, diğer taraftan Esed’in gölgesinde ve küresel güçlere rağmen özerklik ilanı düşündürüyor..!
Evet, Esad’ın gölgesinde üstelik Cenevrede toplanan küresel güçlere nispet yaparcasına özerklik ilan etmek ne kadar doğru bir hamle, bilinmiyor şimdilik, ama tartışılır, dileriz korkulan olmaz ve Kürd halkı aç kurtlara karşı bu hamleyi destekler, zira bu hamleyi ancak Kürdelerin öz gücü koruyup yaşatabilir.
Ben de güvenmek istiyorum, ama…!  
Yemindeki “Demokratik ulus “ söyleminde kast edilen egemen ulus Suriye Baas rejimi, resmi kimliği, dili ve anayasasıysa eğer, kuşkulanacağım, çünkü Baas rejimi antidemokratiktir..!
Yok, kastedilen bölgedeki halkların -şartlı- sözleşmelerinden kaynaklanan anayasaysa eğer, buna göre de sözleşme taraflarının zikredilmesi, resmi dil-dillerin belirlenmesi gerekmez miydi ?
Kısacası, Komela’nın parti programındaki KURDİYAT vurgusunu Rojeva Kurdistanındaki yemin töreninde görmek isterdim ..!
  
Fikret Yaşar
Kaynak:
Mehabad’tan  12 Eylüle Kürdler II – H.Göktaş
Mehabad Kurd Cumhuriyeti – W.Agleton