kurdistan tarihi, felsefe, din,

3 Temmuz 2015 Cuma

Çözüm ve Kardeşlik ..!




“Başkalarının çıkarları için yaşayanlar özgür olamazlar.”
 Kişi kendi olmadıkça, kendini keşfetmedikçe özgür olamaz. Zira öz farkındalık kişiyi özgürleştirmekte ve kölelilkten kurtarmaktadır.  Bu durum toplumlar için de söz konusudur. Bir toplum özgünleşmedikçe kendi değerlerine sarılamaz ve özgürleşemez.
 Bu düşünceden güç alan işgalcilerin Kürdleri kardeşlik hikayesiyle devşirip kullanmaya çalıştıklarını görmekteyiz.
 Kardeşilk hikâyesinin iki ayağı vardır. 1-Din Kardeşliği, 2-Halkların kardeşliği...
Bu iki argümanla Kürdler kendilerine yabancılaştırılarak devşirilmiş, güvenlik tedbirleri ve katliamlarla da sürekli Kurd ve Kurdistan değişime zorlanmıştır. Son süreçte de direniş modunda ısrar eden Kürdler halkların kardeşliğine dayanan revize edilmiş popüler batı kültürüyle vurulmaya çalışılmaktadır.
Bu bir projedir ve bu projenin adı da "Demokratik Modernitedir!" 
Bu projeyle sistem demokratikleştirilecek, barış gelecek, çözüm süreci hızlanacak ve hükümet doğrudan Kürt toplumunu muhatap alacak, haklar verilecek, hukuki zemin oluşturulacak, katılımcılık sağlanacak ve bir dizi olumlu adım atılarak devlet toplumla barıştırılacak... deniyor. Kürdlerin etnik milliyetçilikten vazgeçip  “tek bayrak, tek devlet ve tek vatan”da tüm diğer halklarla beraber kardeşçe yaşaması gerektiği bu proje ya da hikayeyle gerçekleşmiş olacak.
 Tüm bunlar direniş modunda olan Kürdlerin kafasını karıştırıyor elbette, bu nedenledir ki kendi aralarında ittifak kuramıyorlar.  Öyle ya, milliyetçilik, devlet olma ve silahlanmak egemene iyiyken, Kürdlere  neden kötü olsun ki..?
Kürd milliyetçiliği ve devlet olma isteği redçi, inkarcı, saldırgan ve  işgalci bir karaktere sahip değil ki kötü olsun, Kürd milliyetçiliği var olma mücadelesine dayanır, dolayısıyla meşru müdafaa karakterlidir. Kürdler en az diğer halklar kadar kendi yurdunda kendilerini yönetmek hakkına sahiptirler, öyleyse nesi kötü bunun..?
 Erdoğan bir kaç gün önce Rojava’daki gelişmelerden ürkerek “Suriyenin kuzeyinde her hangi bir oluşuma müsade etmeyiz...” diyerek Kürdlerin devlet olma arzusuna karşı olduğunu ve bunda ısrar edilmesi halinde tüm güçlerini kullanacaklarını açıkladı. Yani Kürdlere karşı düşmanlığını ilan etti. Bu zihniyet devlet olma hakkından vazgeçip Kürdler ve diğer halklarla iktidarı paylaşır mı? Elbette ‘hayır’. Çünkü Kürdler "ulus devlet dönemi bitmiştir" diyerek meseleyi insan hakları düzeyine indirgemiş ve devlet olma hakkını red etmişlerdir.
 Dünyada 200 den fazla ulus devlet ve devlet olmaya çalışan halklar varken sömürgeci egemen devletin bölünmez bütünlüğünü ve değerlerini savunarak, Kürdlere de “ulus devlet dönemi bitmiştir!"  demek manidardır, zira  “Ulus devlete karşıyız” söyleminin sömürüyü pekiştirmek ve  işgali devam ettirmek için sömürgeciler  tarafından Kürdlere söyletildiği aşikardır.
Öyle değilse, Ulus devlete karşı olanlar, öncelikle işgalci ulus devlete de karşı olmak zorundalar.
Kıbrıs, Bosna, Filistin, Çinin Uygur bölgesi  vd halklar için ulus devlet kötü değil de Kürdlere mi Kötüdür?  Hem bilinmelidir ki Kürd Devleti işgalci devletlere benzemeyecek. Kürtlerin devlet deneyimi yok diyenler yine bilmeliler ki Kürdlerin binlerce yıllık siyasi geleneği ve bu gelenekten gelen pozitif bir yönetim anlayışı vardır.
Bırakın Kürdler de devletleşsin, Kürdistan birliğini sağlasın ve eğer komşu devletler buna hazırsa o zaman bütün devletler ortadan kaldırılsın, yani BM, AB vb gibi bir üst şemsiye altında tüm halklar kendi kendilerini serbestçe yönetsin.
  “Silahlı mücadele miadını doldurmuştur” demek de yine sömürgeci dayatmasıdır !
 Dünya gittikçe silahlanıyor, silahlanmaya yatırılan para açlık sorununa ayrılsaydı Afrika  ve diğer geri kalmış bölgelerde insanlar açlıktan ölmezlerdi.
 Rojava Kurdistanı ve Suriyedeki taraflara bakın. Bir kısmı Suriye devletince silahlanmış, bir kısmı da dış güçler tarafından silahlandırılmıştır. Nusayriler BAAS , Sünni Araplar OSO, IŞID çetesi ise TC tarafından silahlandırılıp desteklenmektedir. Suudi Arabistan, Katar, İran ve Irak’ın katkıları da cabası... Peki bütün bunlara silahlanmak hak oluyor da bir tek Kürdlere mi hak değil..?
 Kürdlerin başına ne gelmişse devletsizlik ve silahsızlıktan gelmiştir.
Kürdler silahlanmayacaksa bu çetelere ve işgalci saldırılarına karşı kendilerini nasıl savunacaklar? Kardeşlik hukuku ve hikayesiyle korunamayacakları artık gün gibi ortada, beş parça Kürdistan’da asırlardır devam eden saldırı ve katliamlara  kardeşlik hukuku sebep olmuştur. İşgalci devletlerin Kurdistanda oluşturdukları  suni sınırlarda Kürdler geçemezken cihatçı teröristler trenler ve diğer araçlarla geçerek  Kürdlere saldırmaktadırlar. Bütün bu saldırı ve katliamlar  Kürdlerin yeterince güçlü silahlara sahip olamamasından kaynaklanıyor.
Farslar Obüslerle Kandili, Turkler uçaklarla medya alanlarını, Araplar da bombalı araçlarla Kürd kentlerini bombalarken Kürdlere sailahsızlanmayı önermek kötü niyet taşır. Bir taraftan Kürdler silah bıraksın diyeceksin, diğer taraftan da, “Ordular ilk hedefiniz Suriye (Kurdistan)” diye savaş ilan edeceksin.
 Artık gizlisi, saklısı kalamdı bu savaşın.  “Kürdistan kuruluyor paranoyası” Kürdlere karşı top yekün bir savaş başlatmıştır.
 ‘Turkiye Suriyeye girecek’ haberleri de artık gerçeği yansıtmıyor,  çünkü Turkiye IŞID maskesiyle hep oradaydı. Ayrica girdiği yer Suriye degil KURDISTANDI. Yani, Turkiye epeydir Kurdustan'da ve Kürdlerle savaşıyor / savaşacak da...
Beylik sözlere sarılan Kürdler de, ‘Kürdler eski Kürdler değil’ diyor. Bu da dogru değil!  Zira Kürdler hala birlik olamadılar, hala Arap ve Turk seviciler egemenlerine iltifat ederek beraber yaşamaktan yana nutuk atıyorlar. Kürdler değiştikleri kadarıyla henüz bu senaryoda belirleyici bir rol almaktan uzaklar, zira henüz kendi aralarında ittifak kuramadılar. Ancak  değişim kendini dayatmıştır, gelişmeler korkutuyor olsa bile rüzgar Kürdlerden yana esmektedir, bu gelişmeler arap ve turk sevicilerinin de gözlerini açacak ve her şey aslina döner misali uyaniş ve birlik sağlanacaktır.
Sonuç:
Gerçekçi bir çözüm ancak karşı tarafın niyeti anlaşıldıktan sonra gerçekleşir. Karşıtlarınızın eşitlikçi ve özgürlükçü bir anlayışa sahip olup olmadıklarına bakın. Yani Kürdlerin eşitlikçi ve özgrülükçü olması durumu değiştirmez.  Rakibin ne niyet taşıdığı önemlidir! İyisi mi egemen sevici ve destekleyici  turkiyeci politikalarda kurtuluşu aramayalım, özgünleşip aslımıza dönelim, çünkü takkiyeci duruşa rağmen birileri Kürdlerin meclisteki varlığını kabullenmiyor.
 Nihai çözüm  bağımsız ve özgür bir Kurdistan ile mümkündür.
 Bu da hemen olacak bir şey değildir elbette. Bu hedefe varıncaya kadar arada otonomi, federasyon, konfedeerasyon gibi çözümler gerekebilir, ancak bunları talep ederken ilkelerden ve ulusal programdan ödün vermemeli.  Sınırlar ve bayrakla sorunumuz yok vb gibi ortak payda ve ortak vatan gibi egemen tezli politikalar yanıltıcı ve hedef saptırıcı, hatta milli duyguları zedeleyici ve demoralize edicidirler. Güvensizliğe itici politikalar yerine, cesaret ve güven verici Kurdistani politikalar yürütülmelidir.
 Unutulmamalı ki Türk siyasetinin temel argümanları ortak payda ve ortak vatanda tek devlet, tek bayrak ve tek dilden ibarettir.
Peki Kürd tarafı neden ‘Kendi kaderimi kendim belirlemeliyim.’ diyerek irade beyanında bulunmuyor?  Kürdler bir millet midir? Evet. Bu milletin bir ülkesi var mıdır? Evet. Bu ülkenin adı Kurdistan mıdır? Evet. O halde bu halkın da kendi ülkesinde kendisini yönetme ve silahlanma hakkı vardır ve bu hakkı da kimse vermez, ancak kendisi alır.
Birbirine zıt iki argüman ve bu zıt argümanların uzlaşmasını umduk bugüne kadar. Bunların ortak paydada uzlaşamayacağı belli olmuştur. Uzlaşmak için mutlaka birinin kendi taleplerinden vaz geçip diğerinin tezlerini savunması  ya da teslim olması gerekiyor!
Neticede taraflar çözüm denen oyalama sürecinin bittiğini ifade ettiler.
Çünkü;
TC’ye göre çözüm; Kürdler, toprak temelli bağımsızlık taleplerinden vazgeçerek anayasal vatandaşlık statüsüne razı olmalı.
 Kürdlere göre ise çözüm  ; TC egemenliği paylaşmalı, ya da işgal ettiği toprakları terk etmelidir.


Fikret YAŞAR

28 Mart 2015 Cumartesi

Son Halife Erdoğan


Benden sonra halifeler, onlardan sonra emirler, sonra sultanlar, sultanlardan sonra da tiranlar gelecek…” Hadis

İslam’da hadis geleneği Mesihsel inançtan kaynaklanır. Dolayısıyla bazı hadisler peygamberin ölümünden sonra derlenip düzenlenmiştir. Bu gelenek daha çok İslam’ın 2.Y.Y.da Emevi Hanedanlarının dönemine denk gelir.
Peygamberden sonraki orta çağ ve yakın çağ dönemlerinde İslam’ı siyasal yönden halifelik kurumu temsil ediyor ve yönetiyordu.
Halifelik,  “ vekil, halef, ardıl ya da sonradan gelen” anlamlarını taşır.  İlk defa İslam öncesi Arabistan’da kullanılmıştır. Kur’anda Adem ve Davut peygamber bahislerinde geçer.  Davut için, “ seni yeryüzünde halife kıldık, onları adaletle yargıla…” diyor. Davut Museviler, İseviler ve Muhammediler, yani Müslümanlar için peygamber sayılır. Ayrıca kraldı, orta çağda siyasal ve dini otoritenin temsilcileri hem hükümdar, hem de peygamberdi.
İslam tarihinde önemli rol oynayan halifelik peygamberin ölümünden sonra etkili olmuş ve Ebubekir’in bu makama seçilmesiyle başlatılmıştır. Yani peygamberlikten sonra siyaset ve otoritenin yürütülmesi için başlatılan halifelik kurumunun ilk temsilcisidir Ebubekir. Bu nedenle de kendisine ‘Halifet-ul Resul Allah’, yani Allah’ın Resulünün vekili denmiştir.  Ondan sonra Ömer bu makama getirildi. Ömer seçildiğinde kendisine  ‘Halifet-ul Allah’ diyenlere karşı çıkarak, “ bu makam Davut’a aittir, ‘Halifet-ul Resul Allah’ makamı da Ebubekir'e, dolayısıyla bana ancak ‘emiril mu’minin -  muminlerin komutanı ’ diyebilirisiniz,” demiştir.
Halifelik makamındaki kişilerin yönetimle ilgili uygulamaları kendi seçimi değil, bir üst otorite olan Alah’ın  direktifleri olduğunu topluma kabul ettirmesi bu kurumun kabulünü ve uzun süre devamını sağlamıştır. Ayrıca yöneten halife başarısızlığından dolayı eleştirilmezdi, karşılaşılan durum kaderden sayılır başarısızlık  da toplumsal reaksiyonlara ve topluma mal edilirdi.
Özellikle dört imamdan sonra gelen Emevi ve Abbasi halifelerinin bu kurumu Allah adına devralıp sorumluluk yüklendiklerini göstermeleri dikkat çekicidir. İlginç olan dört halifenin kullanmadığı  ‘Halifet-ul Allah’ unvanının ardılları tarafından kullanılmış olmasıdır. Bu unvanı ilk defa Emevi halifesi Abd-ul Melik (685-750) kullanarak kendi döneminde emperyal bir politika gütmüştür. Arapçayı resmi dil yapıp ilk defa da altın sikke bastırmış ve merkezi bürokrasiyi geliştirerek egemenlik sınırlarını genişletmeye çalışırken Bizans, Afrika ve Mezopotamya’daki kavimlerle savaşlara girişmiştir.
Emevilerden sonra Abbasilerde de ‘Halifet-ul Allah’  unvanını Halife Me’mun (813-833) kullanmıştır. Me’mun devlet otoritesinin dinsel otoritenin üstünde olması gerektiğini de ileri sürmüş, ancak geleneği değiştirememiştir.
Daha sonra Abbasi halifesi El Naşir (1180-1025) Allah’ın vekili olduğunu ileri sürerek Vatikan benzeri bir  devlet kurmak istemiş, o da başaramamıştır.
Görüldüğü gibi “Halifelik” unvanını kullananların bir kısmı otoriteyi direk Allahtan devraldıklarını söyleyerek  meşruiyet kazanmaya çalışan despotik tiplerdir. Oysa Sünni din otoritelerine göre “halife”, peygamberin maddi ve manevi mirasçısı olup, din kurumu ve siyasal toplumun yaratıcısı, peygamberin vekili ve halefi demektir.
Erdoğan bu makama layık mıdır ?
Demokrasiyi hedefine ulaşmak için kullanan Erdoğan yeni bir dini kuşak yaratmak ve bu potansiyeli  nihai hedefine varmak, yani halife olup İslam dünyasını yönetmek ve dünyaya hükmetmek  için kullanmaktadır.
İsrail karşıtı söylemlerle Müslümanların gönlünü fetheden Erdoğan sarayları ve camileri gösteriş amaçlı değil, İslam dünyasında prestij kazanmak ve Müslümanlara liderliğini kabul ettirmek için yapıyordur. Bin odalı saray yaparken de mensup olduğu toplumun tarihsel geçmişiyle kendisini ilişkilendirerek Osmanlı dönemini ve Osmanlının dayandığı dini otoriteye özenti duyduğunu açıkça göstermiştir. İstanbul’da inşa edilen mega caminin avlusunda kendi türbesini yaptırması, Işıd, El Qaide, El Nusra ve diğer radikal İslamcı örgütlerle dirsek temasında yürüttüğü eylem  ve söylemlerle de ortak hedeflerinin halifelik ve İslam iktidarı olduğu artık gözlerden kaçmıyor.
Aslında  Erdoğan fiilen Halifedir.
AKP’lilere kalırsa 7 Haziran 2015'ten sonra başkan, sonrasında da halife olacaktır. AKP’liler, İslam dünyasının birliği için  halifeliğin şart olduğunu söylerler. Avrupalıların AB  çatısı altında  bir Hıristiyan birliği yaratarak papa liderliğinde  diğer  inançlara üstünlük sağlamasını ve buna mukabil Müslümanların başsız kalmasını eksiklik sayıyorlar.
Müslüman dünyasına baktığımızda da Lübnan, Gazze, Sudan, Myanmar, Endonezya ve Arap ülkelerinde “ halife Erdoğan” diyen insanların sayısı azımsanacak gibi değil.
Arkasında böyle bir destek bulan Erdoğan’ın halifeliğini batılılar da destekler. Zira epeydir batılılar Müslümanların kendi kontrollerinde olmasını istemişlerdir. Müslümanları kontrol edebilmenin en kolay yolu da onları tek bir lidere bağlamaktır. Bu da ancak halifelikle olur. Böyle olunca batılılar kendi kontrollerinde  bir halife  seçmek  düşüncesiyle Erdoğan’a şans tanıyabilirler. Adam zaten fiilen halife olmuş, geriye bunu resmen onaylamak kalır, bu da zor değil.
Bilirsiniz, TC kurulduğu ilk yıllarında halifelik kurumunu 1924’e kadar devam ettirmişti.  Hatta Atatürk, “ hilafet kurumu TBMM de mündemiçtir,”  yani bu makamı meclis oluşturmaktadır, diyerek, hilafetin bu toplum için önemli olduğuna dikkat çekmişti. Atatürk böyle demişse mesele yok. Yani meclis istediğinde bu yetkiyi birine devredebilir.
İşte bu nedenle 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonucu büyük önem arz etmektedir. Zira sonuç toplumu bir yol ayırımına getirecektir. Ya tarihin karanlık koridorlarına geri dönülecek, ya da ileriye doğru bir hamle yapılacaktır.
Şayet HDP barajı aşmazsa ileri sürüldüğü gibi AKP 400 vekil ile hedefine doğru yol alacaktır. Bu hedefte görünen başkanlık sistemi olsa bile ardı sıra halifelik ve sonrasında tiranlığın geleceği muhakkaktır.
Zira Erdoğan, “ Biz bu yola kefenimizle çıktık,  ya kazanmak, ya da şehit  ölmek…” ifadeleriyle çok kararlı  ve engellenemez olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Hatırlarsınız, Arap dünyasına yönelik Kahire konuşmasında da, “ geleceği birlikte kuralım” çağrısı yapmış ve bu önerisi Arap alemince olumlu karşılanmıştı. Sonrasında Halit Meşal’in: “ Üstat, İslam dünyasının liderisin ve buna şükret .”  demeci geldi.
AKP Siirt İl Başkanının : “ Halife geliyor, hazır olun...” tweetti de boşuna değil.
Sonuç: Erdoğan Başkan olursa peşinden halifeliği de isteyecektir.
Sonrasında tiran olur mu, onu da zaman gösterecek…

Fikret YAŞAR

   



13 Mart 2015 Cuma

İslamda Reform, Kürdistanda Devrim ..!

Her devrim farklı olduğunu ileri sürerek geçmişi reddeder ve gelecekle ilgili beklentileri kullanarak topluma yön verir.
Devrimler ; 1- Tanrı otoritesi, yani tanrısal emirleri referans alan devrimler, ki bunlar din maskesiyle karşımıza çıkar, 2- Halk otoritesi, yani halkın talepleri referans alınarak ortaya çıkan toplumsal hareketlerdir. Tanrısal otoriteden referans alan devrimleri dinamize eden esas faktör tanrısal emirler olsa bile motivasyonda binlerce yılın gelenekçi anlayışı değişim ve dönüşümde ağır basar. Bu nedenle bu tür yapılanmalarda aklın ve bilimin etkisi yok denecek kadar azdır. Sebebi de akıl, bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler sağlanmasına rağmen doğanın tüm sırlarının aydınlatılamamasıdır. Çünkü bu fenomen durum gelenekçi kesimlerin elini güçlendirmektedir.
Akıl ve bilimin referans alındığı batı toplumları ile gelenekçi anlayışın egemen olduğu ortadoğu toplumları dikkate alındığında bu gerçek farkedilecektir.
1979 da molalar öncülüğünde gerçekleştirilen İran İslam Devrimi eski rejimin olumsuzluklarına karşılık, toplumun gelecekle ilgili beklentilerinin İslami çerçevede gerçekleşeceği üstüne kurgulanmıştı. Mollalar, dini önderlikle şahlık düzenini eleştirerek yeni ve kurtarıcı bir toplumsal düzen yaptıklarını ileri sürerken tanrısal emirleri referans alarak hak, adalet, eşitlik ve kardeşliğin hakim olacağını inandırmaya çalışıyorlardı. Fransız Jakobenler de kendilerini Romalı Cumhuriyetçiler gibi ifade etmişlerdi, Bolşevikler de Fransız Devrimine özenerek ve hatta daha da yenilikçi olduklarını ileri sürerek ezilen kesimlere umut verdiler. Bugünün radikal İslamcı hareketleri de batı emperyalizmine ve zulmüne karşı ayaklandıklarını, buna karşılık hak, adalet ve eşitlik vb gibi söylemlerle ortaya çıkarak kurtarıcı rolüne soyunduklarını ileri sürmektedirler...
Tüm tarihi deneyimler bize gösteriyor ki her devrim iyi dileklerle başlar, ancak devrimi gerçekleştiren egemen ideolojilerin iktidar hırsı, samimiyetsizlik, ya da beceriksizliği devrimi karşı devrime dönüştürür.
Devrim ya da değişimi tetikleyen temel faktörler korku, çıkar ve bilgidir. Ne yazık ki tarihsel süreçte birey ve toplumları etkileyen ve değişime sevk eden en önemli faktör korku olmuştur.
1400 yıl öncesinin esaslarını zaman ve mekan şartları ve farklarını dikkate almadan olduğu gibi savunarak kurtarıcılığa soyunan radikal İslamcı grupların bilgi faktörü yerine korku faktörünü egemen kılmalarının sebebi de budur. Yine geri kalmış toplumlarda eğitimde şiddet faktörünün egemen olmasının sebebi de ‘korku faktörü bireyi daha çok motive ediyor’, düşüncesine dayanıyor.
Nitekim Hıristiyanlık dini de yayılmacı emelleri olan zamanın kral ve feodal güçleri tarafından şiddet aracı olarak kullanılmıştı, ancak bu arkaik anlayış süreç içinde reformist güçler tarafından ıslah edilerek kilise duvarları arasına hapsedildi.
Tarihi deneyimlerden ders alan ılımlı İslamcılar da özünde ilerlemeye engel olmayan İslam dininin çağa uygun olarak yorumlanabileceğini, Hz. Muhammed’in :“ İnsanları sevmek en büyük ibadet ve en güzel fazilettir.” Sözüne uygun bir anlayışla reforma tabi tutulması gerektiğini savunuyorlar.
Bir önceki yazımda; Hıristiyanların Protestanlıkla gerçekleştirdikleri reformu Müslümanlar, değişimin özü olan modern düşünce ile Kur’an düşüncesi arasında bir bağ kurarak yapabilirler... derken, Hıristiyanlığı reforma iten koşulların İslam dünyası için de geçerli olduğunu düşünmemdi.

Hıristiyanlığı değişime-reforma zorlayan en önemli etken kapitalist gelişmeydi.
Zamanın öncü gücü burjuvaziydi ve kendi yaşam felsefesini kiliseye ve mevcut otoriteye (kral ve derebeyler) dayatarak reformların gerçekleşmesini sağlamıştı. Reformun itici gücü olan burjuvazi merkezi krallıkların çıkarları ile ezilen halkın eşitlik ve özgürlük özlemlerini bir potada kullanıp Katolik Roma Kilisesine karşı güç birliği yaptığı için başarıya ulaştı. Kiliseye karşı oluşturulan ittifakın esas nedeni de burjuvazi ve merkezi feodallerin iktisadi çıkarlarıydı. Kilise yenilince toprakları da bu sınıflarca ele geçirildi. Sonrasında kilise ulusallaştı, İncil, diğer dillere çevrildi ve herkes kendi diliyle ibadet etme imkanı buldu. Bu gelişmeler dini otoritenin önünü keserek akıl, bilim ve teknolojinin gelişmesine kapı araladı.
Bu değişim İslam dunyasında da yaşanabilir.
Gerçi İslam dünyasında cami ve iktidar arasında kavga yok, zira İslam daha baştan bir devlet dini olarak doğdu ve devletten ayrı bir makam yoktu. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar dönemindeki halifelik yönetimi, bir başka otoriteyle karşılaşmadı, batıda kilisenin devletle yaşadığı ayrılığı yaşamadı. Halifelik makamı dini esaslara göre devleti yönetiyordu. İktidarın esas sahibi tanrı olduğu için bir çatışma ortamı da oluşmadı, ancak bu katı otoriter sitem reformların gelişmesine de fırsat vermedi.
Tarihsel pratiğe göre İslamın siyasal gerçekliği içsel olduğu kadar dışsaldır.
Bugünkü Müslüman devletlerin hepsinde İslam devlet dinidir. Bu da devletlerde meşruiyetin temelini, yani hukuk sisteminin temelinin dini yasalara dayandığını gösterir. Bir tek Türkiye 1920’lerde islam hukuku yerine din ile devlete ayrı varlık kazandırdı. Ancak toplumun çoğunluğunun dindar olması ve bu durumun seçim sandığına yansıması sonucu iktidarlar oy toplamak için dinden faydalanma yoluna başvurdular, iktidarlarını uzatmak isteyen kesimler din derslerini zorunlu hale getirerek laik yapılanmadan ödün verdiler.
Sonuç: 2002’de İslamcılar iktidara geldi.
Kozmopolit bir toplumda siyasal egemenlik hile ve güç ile tesis edilebilir, ama geniş bir coğrafyada uzun süre devam edemez. Arap Baharı bunun örneğidir. Ancak şunu da gözardı etmemek gerek; Siyasal egemenliğin tanrı otoritesine dayandırıldığı gelenekçi İslami toplumlarda otorite ve güç tanrı adına kullanıldığı için, sisteme meşruiyet kazandıran kurumsal kavramlar formaliteden vardır, yani işe yaramazlar. Gerek yasal düzenlemeler ve gerekse geleceğe dönük hedef ve düzenlemelerin seçilmesinde referans alınan formüller İslamdan alınmaktadır. Dolayısıyla bu tür toplumlarda değişim ve dönüşümün, yani reformun önündeki en büyük engel de bu klişeci yapıdır. Ne ilginçtir ki, bu klişeci yapının referans kaynağı dışsaldır.
İslami kaynaklar araştırılınca referans noktalarının İran, Roma ve Yunan İmparatorluklarının gelenekleri olduğu görülecektir. Sekizinci yüzyılda İran Devlet yönetimine ait metinler, saray görgü ve protokol kurallarının yanı sıra Yunan siyaset felsefesi üzerine yazılan eserlerin Arapça’ya tercüme edilmesi devlet ve siyaset yönetimi alanında İslami düşünce ve söyleminin gelişmesi sağlanarak bu kültür yaratılmıştır. Ancak ilginçtir ki bu karma yapı bugünün uygar dünyasıyla eskiden olduğu gibi diyalog ve uzlaşmaya yanaşmamaktadır. O zaman şu soru akla gelir: Geçmişteki dışsal etkiye açık olan İslam, yani İran, Roma ve Yunan İmparatorluklarından beslenen İslam neden günümüzdeki uygar dünyadan yararlanmıyor..?
 İktidar hırsı!
Günümüzde İslam Devrimi diye ortaya atılan, ama aslında özgürlük ve uygarlık düşmanlığı sergileyen  İran Devleti ve radikal islamcı örgütlerin temel amacı iktidarlarını kurmak ve -şer- düzenlerini devam ettirmektir. Bu -şer- yapılar ideolojik mesajlarını devlet eliyle bütün dünyada geçerli kılmak istemektedirler, inanan ve inanmayan her kesimin karşısındadırlar. Bu kesimin topluma egemen yapmaya çalıştığı dinsel mesaj (İslami Devrim) karşısında insan hak ve özgürlükleri, yani din ve inanç özgürlüğü tehlikededir. Zira mesajın kendisi değişken ve tutarsızdır, öyle ya, İslam adına konuştuğunu ileri süren bu kesime sormak gerek:
“Hangi İslam? “
İslam’ın içinde bulunduğu yozlaşma ve parçalanma birbirine taban tabana zıt kesimler yaratmıştır. Örneğin: Şia İslam’ı ile Sünni İslam’ı, ya da diğer mezhepler arası farklılık gösteren İslam, bunları uzlaştırmak mümkün mü?
Kendini yenileyememiş ve birlik kuramamış bir İslamdan medet umulur mu?
Ne var ki İslam yükseliş döneminde bu durumda değildi. Zamanın uygar toplumlarıyla (Roma, İran, Yunan) diyaloğa girmiş, ünlü felsefe ve bilim hareketlerinden faydalanmış ve ççağın ileri toplumu olmuştu. Oysa bugün ortaya çıkan radikal İslamcı gruplar felsefenin ve bilimin öcülüğünü yapan uygar dünyaya karşı topyekün bir reddiye içindeler. Uygar dünya emperyalisttir tezini kullanıyorlar. Uygar dünya emperyalist de Araplar emperyalist değil miydi? Binlerce yıldır başka halkların topraklarını işgal etmiş ve asimilasyona uğratmışlar. Birine karşı duruken diğerine yol vermeye gerek yok, bilim ve tekniği özümseyerek insanlıkla ortaklaşarak egemenlik savaşı verilebilir.
Bin yılların emeği olan bilim ve teknik yoktan var olmadı, koskoca bir felsefe, siyasal ve sosyal bir birikim vardır arkasında. Bunu yok sayan ve biata dayanan, akla ve iradeye kelepçe vuran bir anlayış reform yapamaz, dolayısıyla kurtarıcı olamaz. Kurtarıcı olan aklı ve bilimi referans alıp reform yapabilenlerdir.
Bilginin hızla üretilip paylaşıldığı günümüzde aydınlanmaya ayak direten kesimlere karşı aydınlanma, değişim ve devrim mücadelesini yürüten Kürdler ancak kurtarıcı olabilir. Nitekim bugün dünyanın gözünde kurtarıcıdırlar.
Dini milli standartlarına uyduran ve işgalci emellerine aracı yapan emperyal Arap, İran ve Turk ittifakına rağmen bağımsız ve demokratik toplum olma kavgasını Kurdistan kazanacaktır. Bu kavganın temelinde işgal ve sömürgeciliğe karşı çıkarak milli bir toplum yaratma arzusu vardır. Bu kavgada bütün düşünce ve eleştirilere kapıları açık tutarken, sömürgecilerin dayattığı din anlayışı terk edilecek ve din yalnız ve yalnız vicdanlarda kalacaktır. Devlet şu ya da bu dinin ve mezhebin tekelinde olmayacak, toplumsal talepler demokratik çerçevede kendine yaşama şansı bulacak, kişi istediği gibi düşünüp, inanacak ve örgütlenecektir.
Kürd halk devrimi akla, bilime ve Kürd vicdanına uygun olanın aklanması, olmayanın mahkum edimesiyle doğa, toplum, insan ve Kurdistan üstüne inşa edilecektir, aksi takdirde gerici, işgalci ve işbirlikçi anlayışın hizmetinde yok olacaktır...
Fikret YAŞAR

23 Ocak 2015 Cuma

Din ve Tabular !



Din yeniden yorumlanmalıdır.
Dünyanın karşı karşıya bulunduğu bölgesel ve küresel tehditler karşısında Müslümanların 1400 yıl öncesinin stratejisiyle hareket etmesi dünyada endişe ve korkuya sebep olmaktadır. Bu nedenle değişen dünya koşullarına ayak uydurmak ve insanlık projesine katkı sunmak için mevcut dinin yeniden yorumlanması gerekiyor.
Özellikle de İslam dünyasında zulüm,  sömürü,  sefalet, işsizlik, savaş ve benzeri gelişmelerin  arkaik bir zihniyet ile bertaraf edilemeyeceğini düşünenler dinin yeniden yorumlanması ve güncellenmesi  gerektiğini  kabul etmektedirler.
Daha önce de belirtmiştim, din; birey ve toplum yaşamını düzenleme ihtiyacı ve iddiasından ortaya çıkmıştır. Dinler tarihi analiz edilince süreç içinde değişime uğradıkları, değişim ve ihtiyacın  yeni din, mezhep, teke, zaviye ve dergahlarla ortaya çıktığı  görülür.  Yakın tarihte ise bu ihtiyaç siyasal islamcı, fundamentelist, entegrist, liberal, gelenekçi, modernist vb gibi hizipçi maskelerle kendini gösteriyor, ancak hepsinin referansı ortaktır, yani dinin kurucusu referans alınmaktadır, aksi takdirde kabul görmeleri imkânsızdır.
Kur’anın Rum süresinde; “Dinlerini bölük pörçük edip fırkalara ayıranlar gibi olmayın.” Deniyor.  Bu ayetten anlaşıldığı kadarıyla mezhepçilik, tefrikacılık, dergahçılık ya da hizipçilik yapanlar açıkça ret edilmektedir.  Ama bu, gelişen hayat şartları ve zamana ayak uydurmayın ve yenilik yapmayın, demek değildir, burada, din adına yola çıkıp ayrışmayın, grupçuluktan güç ve zenginlik devşirmeyin demek isteniyor.
Din neden yeniden yorumlansın ki..?
Dinin yeniden yorumlanması hangi ihtiyaçtan doğmaktadır? Buna bezer sorular, din medeniyetle uyumsuz mudur, bilimsel gelişmeye, demokrasiye karşımıdır ki, yeniden yorumlansın tepkisine neden olmaktadır.
Modernist algı ve nakil yoluyla gelen geleneksel söylemlerin karşılaşması  dinin anlaşılmasında sıkıntı yaratıyor ve dinin yaşanması konusunda ortaya çıkan çelişki ve sıkıntılar da çağdaş anlayışı ret ediyorsa eğer, endişelenmemek elde değil. Bir önceki yazımda bu sorunun eğitim sisteminden kaynaklandığını yazmıştım. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve TC iktidarları, yani hakim anlayış gelenekselleşen dini, eğitim sistemi içinde ıslah edip güncelleyeceğine iktidarlarını uzatmak için daha da yozlaştırdılar. Zihniyet değişmediği için çağın gelişmeleri okunamadı, bu gün bile demokrasi talebi devlet şiddetiyle karşılaşıyorsa eğer, sorun daha çok devam edecek demektir.
Hz. Muhammed’in son peygamber, öğretisinin de son din  olduğu İslam dünyasında genel kabul görmektedir. Ancak bu demek değildir ki yeni bir vahiy (mesaj) ve yeni bir rehber gelmeyecek ve değişime ayak uydurulmayacaktır. Akait’teki Mehdi inancı yeni bir vahiy ve yeni bir rehberin geleceğine işaret etmektedir, bu da gösteriyor ki evrensel otorite, ya da yaratan  insan yaşamını süreç içinde gelişmeye - evrime göre planlamıştır. Yoksa onca peygamber ve din yerine sadece biri gönderilirdi. O halde yenilikçi olmak gerek, bunu  bir ibadet olarak da görmek gerek, zira yaratan bunu istiyor. Öyleyse mevcut vahiy Müslümanların tarihi tecrübesi ile yeniden yorumlanmalı ve güne uyumlu model yaşamlar geliştirilerek insanlığa  katkı sağlayacak hale getirilmelidir. Bunun için öncelikle zihinsel bir devrim yaratılmalı, içtihat sürecine işlerlik kazandırılarak çağın aklı hakim kılınmalı, küresel gelişmeler  analiz edilmeli, yeni ve uygar  bir Müslümanlık ve yeni bir nesil  ancak bu şekilde olur.
Bu yapılmadı mı, kısmen denendi. Zamanlarına göre ileri çıkıp değişimi savunan İbn-i  Azam, Halac-ı Mansur, Şeriati, Said-é Kurdi... vb gibi pek çok düşünür  topluma dayandırılan tabulara karşı direndiler , ancak iz bırakmaktan başka etkileri olmadı ve ne yazık ki mağdur edildiler.
Günümüzde bile egemenler ilerici düşünce ve yeniliğe  karşı bu tavrı hala devam ettirmektedirler. Çağın aklı ve temsilcisi olan medeni toplumlar değişimi faydalı ve zorunlu görürken, tek adam anlayışına sahip geri kalmış gelenekçi toplumlar  ise değişimi  tabu (tehlikeli-yasak) görmektedirler.
Tabu !
Psikoloji bilimi tabuyu; Kutsal, ilahi, esrarengiz, yasak ve tehlikeli olan gizemli durum, varlık ve özelliğin aracı ve kaynağı olan her şey ve kökenleri ile ilkel topluma ait olan, aynı zamanda insan içgüdüleri ve doğaüstü güçler korkusu...  Diye açıklar.
Günümüzde tabuları barındıran en etkin kurumun din kurumu olduğu dikkate alınırsa eğer, dinde değişim ve yeniden yorumlamanın kaçınılmaz olduğu fark edilecektir.
Tabularla şekillenmiş gelenekçi dinin, yaşamı  kısır bir döngüye hapsederek toplumu sürekli gerilere götürdüğüne her gün şahit olmaktayız.  Bu duruma adapte olan alt-kültür grupları gözlendiğinde onları sevk ve idare eden temel faktörün tabular (korku-yasak) olduğu anlaşılacaktır.  İnançları korku temeline oturtulmuştur bu kesimlerin, tabular aracılığıyla empoze edilen suçluluk duygusu,  cezalandırılma korkusuna dönüştürülerek toplum din kurumuna, din kurumu da hizmet ettiği otoriteye bağımlı kılınmıştır. Bu sebeptendir ki  inançlı kesimler ihlal ettikleri tabuların sonuçlarından kurtulabilmek için kefaret yoluyla  arınmayı tercih ederken, akıl, bilim ve devlete iltifat etmezler.  Zira devlet otoritesinin yarattığı cezalandırma korkusu, tanrı otoritesinin cezalandırma korkusu kadar ürkütücü değildir, biri geçici, diğeri ebedidir. Bu  kesimlerin fakir, eğitimsiz olması ve bunun da toplumun ekseriyetini kapsıyor olması durumun vahametini ortaya koymaktadır.
 Freud, saplantı nevrozunu bir dinin  patolojik karşılığı olarak değerlendirir ve bu nevrozu da bir din, dini ise evrensel bir saplantı nevrozu olarak tanımlar.
Freud’a göre nevrotik bir durumla karşı karşıyayız, yani durum vahim, gerçekte de öyledir. Toplumun büyük kesimini  sevk ve idare eden yoz anlayışın din kurumunu ve iktidarı ele geçirmesi elbette vahimdir, yarınlar vahim sonuçlara gebedir. Orta doğudaki iktidarlarını devam ettirmek isteyen  teokratik güçlerin batılı emperyalistlerle  danışıklı düğüşerek işbirliği  yaptıkları artık sır değildir.
EL-Kaide, El-Daiş, El-Şebab, El-Boko Haram, El-Nusra, El-Ekrad, El Hizbullah vb gibi pek çok radikal dinci örgütü ayakta tutan temel  faktör, cehalet ve tabulara yenik alt-kültür düzeyli kesimler olsa bile  onları sevk ve idare eden gücün devlet aklı olduğu açıkça görülmektedir. Ve ne ilginçtir ki bu kesimler İslam dininden referans aldıklarını ileri sürmektedirler.
İslam diğer dinlerden farklı mıdır?
Her din toplumsal geleneği yenileme ihtiyacını dikkate alarak ortaya çıkmış ve güne göre devrimci bir rol oynamıştır, ancak hepsi süreç içinde yozlaşmıştır, çünkü gelişmelere ve tabii ki değişime kendilerini kapattıkları için...
Yozlaşan bir din ya da sistem kurtarıcı olabilir mi?
Günümüzde gelişme denince akla sol kültür gelmektedir. Çünkü sol,  gelenekçi  yaşam anlayışına ve idarenin tek elden yürütülmesine karşı çıkıp, geleceğe dönük aklı, bilimi, eşitliği, adaleti ve ekoloji gibi insan ve doğa odaklı bir yaşamı, sağ ise, geleneğe ve tek sesli idareye dayalı egemen odaklı bir anlayışı savunur...
Peki orta doğu, ya da ön Asya’da bir kişinin sağcı-muhafazakar-dinci olmasından kimse rahatsızlık duymuyor da neden solcu olmasından rahatsızlık duyuluyor?
Bu tutarsızlık mıdır, yoksa haklı sebepleri mi var?
Bunun için iki tarafın savunduğu değerler arasındaki  farklara kısaca değinmek gerek.
Sol, düşünceyi inanca dönüştürmeden değişebilirliği hesaba katarak hareket eder, ancak sağ, düşüncenin inançla değer kazandığını savunur ve düşünceyi hapsederek değişen koşullara ayak uydurmaz.
Sol denince aklınıza sosyalizmi savunuyorum gelmesin, o da denendi ve süreç içinde yozlaşarak kurtarıcı olmaktan çıktı.
İslam teorisyenleri İslam dinin tüm zamanlara hitap ettiğini, günümüz Müslümanlarının  sosyal adaletçi, eşitlikçi, Özgürlükçü, antiemperyalist, sömürü ve kapitalizm karşıtı, çevreci ve savaş karşıtı olduklarını savunur.  Ancak mevcut İslami pratiğe bakıldığı zaman teoriyle uyuşmadığı fark edilir. Teori güzel olabilir, ama belirleyici ve değerli olan pratiktir. Yani söz konusu değerler Kur’anda vurgulanıyor olsa bile, Taliban, El-Kaide, El-Işıd, El-Şebbap  veya Vahhabi vb gibi ikincil kaynakların Kur’an üzerinde üstünlük sağladığı günümüzde  ileri sürülen pratiğin İslami yaşamda yer bulmadığı bir gerçektir ve ne yazık ki İslam denince teorisi değil, uygulamaları akla gelir. Günümüzde İslamo-fobiye sebep olan da b udur.
Din bilimci Prof. Halil Muhammed  diyor ki; “ Kur’an Yahudiliği ana monoteist (tek tanrılı) din olarak görürken, hadisler Yahudiliği lanetlemiştir.”  Her ne kadar Prof. Halil Muhammed sorunu hadislere bağlasa da bu çelişki Kur’anda da vardır!
Şöyle ki; Bakara 62.ayette “…Allaha ve kıyamet gününe inanan Sabii, Yahudi ve Hıristiyanlara korku yoktur... “diyorsa da, Maide 51. ayette de ;  “Onlarla dost olmayın” demektedir. Yani sadece ikincil kaynaklar şüphe yaratmıyor, Kurandaki ayetler de açıklandığı şekliyle çelişki yaratıyor! O zaman Kur’an tefsirleri de dikkatle değerlendirilmelidir. Yozlaşmayı ve çelişkileri ortadan kaldırabilmek için Kur’an ve hadislerin tekrardan elden geçirilmesi,  yeniden yorumlanması gereklidir, hatta girişim İslam aleminin dünyayla ilişkisinin rasyonalize edilebilmesi için önemli ve de zorunludur.
İslam’daki yenilikçi ekolün öncülerinden bir olan Fazlu Rahman Vahabiler içtihadı kullanarak radikal bir din ekolü yarattılar, bu yapılmasaydı eğer, İslami yenilenme gerçekleşebilirdi, derken haklı bir noktaya dikkat çekmiştir.
Hıristiyanların Protestanlıkla gerçekleştirdiği reformu,  yenilikçi  Müslümanlar da yapabilirdi, ancak Müslümanlar değişimin özü olan modern düşünce ile Kur’an düşüncesi arasında pozitif bir bağ kuramadılar.
Bunu başarabilirler mi, bilmiyorum,
Ama korkmaya gerek yok, bu dinden çıkmak değil, dini yeniden yorumlamaktır... 
Fikret Yaşar