kurdistan tarihi, felsefe, din,

19 Eylül 2016 Pazartesi

Devlet ve Örgüt Vesayetçiliğ !



Merkezi yönetimin yasal düzenlemelerle yerel yönetimleri idari yönden denetlemesi anlamında olsa bile, pratikte -teori ve pratiğin uyuşmadığı toplumlarda- bir kesimin toplumun ihtiyaçlarına rağmen sistemi tekeline alarak, vasi psikozunda yönettiği düzendir.
Bu düzende siyasi inisiyatif sınırlandırılmıştır, çünkü, sistemin denetim mekanizması ve siyasi kararlar daha önceden resmi ideolojiyle belirlenmiştir. Koruma altına alınan ve değiştirilmesi istenmeyen bu tür düzenlerle ilgili genel kanı, soft örfi idare olduğu yönündedir. Her ne kadar silahlı güç ile forse edilse bile sonuçta bu sistem seçkinlerce idare edilir.  Daha çok geri kalmış ülkelerde görülen bu sistemde rol alan aktörler, din kurumu, ordu, örgüt, parti, işçi sınıfı ve sermayenin seçkinleridir.
Bunlara göre toplum potansiyel tehditler taşır ve bu nedenle de kontrol altına alınmalıdır. Çünkü her şeyin doğrusunu onlar-seçkinler bilir. Dolayısıyla esas sorun sürü diye tabir ettikleri toplumun bizzat kendisidir. Çünkü toplum, doğru ve yanlışı ayırt edemez, toplum, sisteme uyum sağlamayan sürüden ibarettir ve süreç içinde her şey yozlaştığı için, arada bir toplum üzerinde geriye dönük güncellemeler de yapılmalıdır.  
27 Şubat darbesinde G.K. 2.Başkanı Çevik Bir'in : “1930 sonrası tüm toplumsal gelişmeler bir sapmadır, bir biçimde düzeltilecek ve toplum aslına döndürülecektir” sözü de bu mantığın ürünüdür. Ayrıca,  seçkinler kendilerini yasaların üstünde gördüğü için, yasalar onları bağlamaz ve uyması gereken kesim yine halktır.  Nitekim Kemalistler bu anlayışla ordu, yargı, eğitim ve basın-yayım kurum ve kuruluşlarını  baskı altına alarak seksen küsur yıl ülkeyi vesayetle yönettiler. 
AKP iktidarına kadar siviller pasif, askerler ise aktif role sahipti. Sivillerin yönettiği kurumlar baskı ve kontrolle yönlendiriliyordu. Birincil görevleri de toplumsal iradeyi ipotek altına almak ve bunun denetimini sağlamaktı. Bu nedenle güvenlik, adalet, eğitim, siyaset ve basın-yayım gibi potansiyel imkanları sağlayan kurum ve kuruluşlar aynı yöntemle AKP'liler tarafından denetim altına alınarak üzerinden meşruiyet arandı ya da sağlandı.
Vesayeti devralan AKP, söz konusu kurumları revizyona tabi tutarak gerçekleştirilmesini istediği dinci rejimin temellerini atarken, değişim kodlarının güvenlik ve demokrasiyi geliştirmeye yönelik olduğunu da savundu. Ancak süreç bunun doğru olmadığını gösterdi. Askeri vesayete son verirken dile doladıkları güvensizliği bizzat kendileri yarattı. IŞID, FETO ve ERGENEKON örgütleriyle kurdukları ittifaklar ve bunun sonucu Kürdlere karşı yürüttükleri top yekun savaşla hem içerde hem de dışarıda savaş korkusunu tetikleyerek tüm zamanların en büyük güvensizliğini yarattı.
Sonuç: Ordudan vesayeti devralan vesayetçi AKP'nin amacına ulaşmak için, yarattığı korku ve tabu iklimiyle etnik ve sınıfsal mücadeleyi körükleyerek İslami devrimi hızlandırmaya çalıştığı görülmektedir!
İdeolojik devrimler, büyük savaşlar ve kaotik ortamlardan doğar.
Sormak gerek!
Resmi ideolojiyle yönetilen bir ülkede toplumsal yaşamı ipotek altına alan  vesayetçi anlayış devrim yapabilir veya bir devrime sebep olabilir mi?
Mümkündür, zira darbe bahanesiyle mağdur edilen kesimlerle beraber (!)  AKP'nin zorunlu ittifakla iktidarı paylaştığı Ergenekoncuların (!) süreç içinde karşı reaksiyona geçebileceği ihtimali iç savaş veya bir devrimin mümkün olabileceğini göstermektedir...

Örgüt içi vesayet !
Devlet içindeki idari vesayeti makro, parti ya da örgüt içi vesayeti mide um,  aşiret, grup ve aile içi vesayetçiliği de mikro vesayetçilik, diye tanımlayabiliriz. 
Devlet içi idari vesayet kadar örgüt veya parti içi vesayet de ciddi sorunlara ve toplumsal huzursuzluğa sebep olabilir.  Özellikle örgüt veya parti vesayeti lider kültüne dayanıyorsa hipnotik etki kitleleri amacından saptırarak karşıtına dönüştürebilir. Bu da toplumsal gelişme için hayal kırıklığı yaratır. Oysa örgüt veya partiler toplumsal hayatı ipotek altına alan idari vesayeti bertaraf etmek ve alternatif iktidar kurmak amacıyla kurulmuşlardır.
İki ucu kirli sistem!
Vesayetçiliğin hakim olduğu devlet ve örgütler toplumun zafiyetleri üzerinde güç devşirerek varlığını sürdürürler. Bundandır ki, bu tür sistemlerle yüz yüze kalan halk kendi taleplerini değil, bağımlı olduğu seçkinler ya da liderlerin taleplerini esas alırlar. Bunun yansımasını Türk ve Kürd toplumunda görmek mümkündür.
Örneğin: Türk toplumu bu etkiden olsa gerek demokrasi yerine ulrta milliyetçilik ve bunun dayandığı tekçi devleti, Kürdler ise bağımsızlık ve devlet olmak yerine, devşirilmiş demokrasiyi talep ediyorlar.
İlginç olan; Vesayetçilerin demokrasiyi amaç değil, araç olarak gördüğüdür.
Seçkinlerin demokratik söylemler eşliğinde ekonomik kriz, sınıf ve etnik çatışmalar ve siyasetin kodlarını değiştirerek vesayet düzeni sağladıkları anlaşılır ve bu farkındalık yakalanırsa  eğer, siyasetin kodları da değişir. Ancak  çelişkiler, cehalet ve bölünmüşlük gibi toplumsal zafiyetlerin hakim olduğu bu coğrafyada bu da mümkün görünmüyor.
Bunun içindir ki,  her lider zafiyetlerimiz oranında vesayetçi, gücü oranında da vasimiz oluyor.



Fikret YAŞAR

22 Temmuz 2016 Cuma

15 TEMMUZ İKİ YÖNLÜ DARBEDİR !

Ordusu olan her ülkede darbe riski vardır!
Ancak darbelerin nedenleri de vardır. Bu nedenlerin başında iktidar hırsı, sivil idarenin yetersizliği ve bu yetersizliğin yarattığı otorite boşluğu gelir.
Özellikle ekonomi, siyaset, iktidar hırsı, iç-dış ilişkiler ve hepsinden de öte  toplumun eğitim ve sosyo-psikolojik düzeyinde oluşan krizler darbe dinamiklerinde olumlu ya da olumsuz rol oynarlar. 

Nitekim 15 Temmuz darbe girişiminde de bu faktörler etkili olmuştur.

Darbeler tarihine baktığımız zaman Sezar ve Napolyon'un yaptığı eski darbeler bile bu nedenlerle yapılmıştır. Bizi ilgilendirdiği için , Med İmparatoruna karşı ordu komutanı Harpagos ve kral Astyages'in torunu KOROS'un yaptığı darbe de kişisel hırs, ihanet, kötü yönetim ve intikam nedeniyle yapıldığı için incelenmeye değerdir.

15 yıllık AKP iktidarı ve icraatına bakınca darbenin bir AKP kurgusu değil, icraatın toplumda ve dünyada yarattığı güvensizlik, huzursuzluk ve karşıtlık psikozundan kaynaklandığı söylenebilir. "AKP kurgusudur"  söyleminin sebebi; darbenin deşifre olduktan sonra karşı tedbirlerle  karşı darbeye dönüştürülmesidir.

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürdler kadar olmazsa bile Kemalist rejim tarafından mağdur edilen İslamcıların iktidara gelmesi ve  Fetocularla ittifak kurup neo-Osmanlıcı anlayışla dine dayalı hükümleri hayata geçirmeye çalışarak sistemle oynaması darbenin esas tetikleyicisidir, diyebilirim. Zira kurulan dinci ittifakla rejim git gide  teokratik bir kimliğe eviriliyor, toplumun batı değerleriyle yaşayan kesimleri ve ordudaki hakim Kemalist kesim bu gidişattan endişe duyup rahatsız oluyordu. AKP'nin ülkedeki eğitim sistemini revize ederek dini kuralları topluma empoze etmeye yönelik girişimleri ve bu girişimin yarattığı İslami-fobi toplumda gelecek endişesini körüklüyor ve bu nedenle de  "darbe olasılığı" sürekli dile getiriliyordu. Nitekim, " ay-ışığı, sarı-kız ve balyoz darbe planları" dan bu endişelerin ürünü olup Kemalistler tarafından dincilere karşı planlanmıştı.

Kemalistlerin dincilerin iktidarlarına karşı rahatsız oldukları ve bu rahatsızlığın darbeye evirileceği düşüncesi Erdoğan'da darbe fobisi oluşturmuştu. Bu nedenle de iktidarlarının başından beri karşı darbeye hazırlık yapıyordu. Bu korkudan olsa gerek kendisiyle aynı amaca hizmet eden IŞID, EL-NUSRA vb gibi radikal dinci guruplarla ittifaklar kurdu ve bu guruplar üzerinden güç devşirerek içerde laikler, dışarıda da Kürdlere savaş açtı. Fetocularla savaşıyor görüntüsü danışıklı dövüşten başka bir şey değildir, zira Feto'nun  tabanı da aynı amaca hizmet ediyor. Klik farkından çıkan son çatışma ise Feto'ya iktidarı kaptırmama çabasıdır.

Erdoğan, içerde ve dışarıda yürütülen kirli siyaset sonucunda dışarıya karşı prestij, içerde de istikrar,  huzur ve güven kaybetti, tüm bunlar  ülkeyi sıfır sorunlu siyasetten  çatışmalı ve terörü destekleyen ülkeler konumuna düşürdüğü için darbe kaçınılmaz oldu.
15 Temmuz darbe girişimi de en az eski darbeler  kadar planlı ve örgütlüydü.  Darbeler konusunda deneyimli olan ordu TRT 1 den yayınladığı mesajdan da anlaşıldığı kadarıyla içerde ve dışarıda hazırlığını yapmıştı, ancak zaman değişmiş koşullar farklılaşmıştı, karşı istihbarat, karşıtlık, organizasyon ve sivil kesimdeki değişimle ilgili öngörü eksikliğinden başarılı olamadı.

Bilindiği gibi darbeler genellikle sivil hayatın stand by duruma geldiği sabah saatlerinde gerçekleşir ve karşıt gücü grogi duruma düşürmek için tüm iletişim sistemleri, kurum ve kuruluşlar kontrol altına alınır.  Ancak bu darbe  girişimi akşamdan başladı ve karşıt gücün iletişim kanalları kontrol edilmedi ya da edilemedi.  Burada bir zamanlama ve organizasyon hatası olduğu ya da aceleye getirildiği söylenebilir. Büyük bir olasılıkla karşı istihbaratla darbenin deşifre olması bunda rol oynadı, yalnız, buna karşı tedbirlerin alınmadığı da ortada. Bir başka öngörüsüzlük de süreç içinde toplumun darbe karşıtlık kültürünü geliştirmesi, ağır aksak yürüyen demokrasi kültürünü geliştirerek darbe dinamiklerini akamete uğratacak cesaret ve bağlılığa sahip olmasıdır. Her ne kadar burada belirleyici olan AKP taraftarının bağlılığı olsa bile diğer kesimlerin darbeye karşı reflekslerinin esas sebebi de budur. Sanırım askerler bu yönde toplumdaki değişimi göremediler, göremezler de, zira toplumdan kopuk ve sivil  toplumu aşağılayan asosyal bir yaşam tarzına sahiptirler. Kısa dönem askerlik yaptığım süreçte bir içtima alanında tabur komutanımızın sivillere yönelik sarf ettiği sözler bu durumu izah etmeye yeter.  Hafta sonu tatilinde çarşı iznine çıkarken tabur komutanı sivil olduğumuzu unutarak: " çarşıda değeri beş para etmeyen sivillerle ilişkilenmeyin !" demişti.  Bu ruh haline sahip askerler sivillerin ne düşündüğü ve ne yapabileceğini bilmez, tahmin de etmez, çünkü "sürüdür" der, önemsemez.

Sürü sandıkları siviller bu sefer şapkalarını alıp kaçmadı!

17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları sonucunda Erdoğan'ın  kendini ve yolsuzlukla suçlanan yakın çevresini korumaya almak amacıyla yargı ve diğer kurumlar üzerinde hegemonik bir konum yaratması  gerek rejim korucuları ve gerekse Kürdlerle olan ilişkisini zora sokmuştu. Bu, Erdoğan için bir milattı. Zira Erdoğan ya Kürdlerle ittifakını geliştirerek hedefine ulaşacaktı, ya da askerlerle ittifak yapıp karşılığında kazanımlarını koruyacaktı. Nitekim ikinci seçeneği tercih etti ve akabinde askerlerin direktifiyle Kürdlerle savaşa girişti. Askerler, savaş siyaseti ve pratiğiyle Erdoğan'ı yıpratıp eski vasi konumlarına ulaşmak isterken,  Erdoğan da  kendini sağlama almak, kaostan yararlanmak düşüncesiyle  "içerde ve dışarıda savaş" siyasetini yürüterek olası darbelere karşı  silahlı ve sivil bir güç oluşturdu.  Nihayetinde yarattığı karşıt güç ile darbeyi akamete uğratarak elini daha da güçlendirdi. Perinçek'in " teslim aldık" ifadesi -artık- ters yüz olmuştur. Kısacası, Fetocular değil, Kemalistler kaybetti, zira dinci Fetocular için bir şey değişmez, arzuladıkları şer'i hükümlere bağlı bir sistemdi, o da bundan sonra gerçekleşecek. Bundan sonra da -bir mucize olmazsa- askeri vesayet söz konusu olamaz, zira darbe karşıtı sivil güçlerin kararlılığı da askerlerin gözünü korkutacak derecede caydırıcı bir etki yaratmıştır. 

Erdoğan, darbeden haberdar olduğu için karşı tedbirlerle durumu lehine çevirmesini bildi.

Erdoğan, bu kazanımla sarhoş olup, 'mutlak güce sahibim, artık İslami bir devrim yapabilirim, başkan ya da halife olabilirim'  der mi, onu zaman gösterir, ama kafasında bunlar var. Henüz güvenli bir limana çekilmiş değil, bu nedenle hedeflerine ulaşmak için biraz daha sabredecek, güç devşirecek ve eninde sonunda Şia karşıtı bir Sünni İslam devleti için gereken çaba ve politikayı sürdürerek -zamanı yeterse- hilafeti geri getirecektir.

Kürdler ne yapmalı?

 Kürdler, AKP karşıtlığından vazgeçip çözüme odaklanmalıdırlar. Erdoğan, askerlerle ittifakı bozduğuna göre iç dengelerde hakimiyeti sağlamak ve dünyaya şirin görünmek  için Kürdlerle barış masasına dönebilir. Zira, dünya kamuoyundan da "Kürdlerle masaya oturun"  yönünde baskılar var, bunu göz ardı edemez.  Mevcut durumu avantaja çevirmek, iç ve dış ilişkilerde prestij sağlama ve güven kazanmak için bu durumdan faydalanacağı kesindir. Kürdler de akılcı olmalı ve  pragmatik bir yaklaşım sergilemelidirler, ancak sömürgeci değerlerini kutsayarak değil, Kürd ve Kürdistan'ın bağımsızlığı ve özgürlüğüne evirilecek özgün bir siyaset ve stratejiyi tercih etmeliler, zira dünyada Kürdler lehine esen siyasi rüzgar bunu gerektiriyor...

Fikret Yaşar

Not: Kurdistan-post yazarlarından sn. Hülya Yetişen ile yaptığım röportajı biraz revize ederek (eklemeler yaparak) makaleye dönüştürdüm.
www.kurdistan-post.eu

10 Mart 2016 Perşembe

Özyönetim ve Hendek !


Kürdistan boşalıyor!
Katliam, yıkım ve göçün diyarı oldu !
Oysa birkaç ay öncesine kadar umutlanmış ve özyönetimle kendi kendimizi yöneteceğimize dair hesaplar yapmıştık.
Devletin Moğol psikozuyla Kürdün kendi kendini yönetme isteğini bastıracağını kimse düşünememişti, düşünemezdi, zira Erdoğan, dinci İran mola rejiminin sünni versiyonunu gerçekleştirmek için yapay bir barış ortamı yaratmıştı. Bu barış ortamına hepimiz kandık, "yetmez ama evet" lerle destekledik, rehavete kapıldık ve işlenen tüm suçlara da ortak olduk.
2013 Newrozunda Ocalan mesajıyla gündemimize giren çözüm sürecinin Kürdlere fayda getirmeyeceğini, bilakis bunun devlet-Erdoğan projesi olup, Kürdleri oyalama ve sistem içinde eritme planı olduğunu defalarca vurgulamıştık, ama itiraf etmek gerekirse eğer,  "ya tutarsa" diye  de umutlanmıştık.
Şimdi savaş kapıda ve Cengizhan'ın torunları dün ne yaptıysa bugün bir fazlasını yapıyorlar.
Kürdler hala faşist sistemin aktörlerini hendek ve barikatlarla tahrik ederek masaya çekmeye çalışıyor. Oysa bilmiyorlar mı, Moğolların eli kalem tutmaz, onlar ancak masayı yıkar, yakar ve her şeyi gömerler. Nitekim Hendek ve barikat stratejisi Moğol şiddetini artırıp istilasını pekiştirirken tüm çözüm ve barış talepleri de Sur ve Cizre'de hendeklere ve bodrumlara gömüldü.
Sur, Cizre, İdil ve sırada bekleyen Gever ve diğer yerler de var.
Sormak gerek!
Hendek savaşıyla Moğolları masaya çekmenin bedeli (!) kazanılacak haklarla örtüşecek mi acaba..?
Kürd sorununun çözümü için ileri sürülen ve adına " çözüm süreci, barış süreci, demokratik özerklik ve hendek " gibi projeler ne kazandırdı, ya da kaybettirdi, diye sormak gerek.
Zira görünürde tümünün çözüm değil, yıkım ve ayrışmayı dayattığına şahit olmaktayız.
Kobani stratejisi yürüterek Kürd kentlerini Moğollara yıktırıp ardından dünyaya " soykırıma uğruyoruz, yardım edin" diyerek uzun vadede soruna çözüm getirmek mümkündür belki, ancak konu mankeni olan halk henüz bu süreci ve rolü benimseyecek milli bilinç ve dirence sahip değildir, bu nedenle de operasyon yapılacak yerler boşalıyor, kaçan, kaçana, kimse direnmiyor.
1925 yılında devletin "Şark Islahat Planı"yla Kürdlere dayattığı soykırım, göç ve yıkımın Kürd versiyonunu yaşıyoruz...
Ne hikmetse bize dayatılan çözüm reçetelerinin tümü devlete yaramaktadır.
Örneğin; "demokratik özerklik" reçetesi, Amerikan yerlileri ile göçmenlerin bir arada ortak yaşamaları için B.Muckhin tarafından ortaya atılmış bir Amerikan projesiydi. Bu proje kendi kendini yönetme gibi gösterilse de Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri anlamına gelmiyor elbette! Zira kısıtlı yerel iktidar olanaklarıyla vesayetçi Türk demokrasisinin insafına kalan Kürdlerin kendilerini yönetmelerine izin verilmeyeceği türklerin back round'unda görülebilir, dolayısıyla bu projenin Kürd ve Kürdistan'a gelecek vaat edeceğini ileri sürmek doğru olmaz.
Yani, Kürdler için projelendirilen ve adına “demokratik özerklik” denilen sistem, Kürdistan'ın geleceğini ipotek altına almak ve Kurdleri turk, fars ve araplara karşı mağdur etmekten başka işe yaramaz.
Türkiye’nin geneli için düşünülen bu proje ile halklara sadece insan hak ve özgürlükleri alanında bir rahatlama getirilebilir, sistemi rahatlatmaya yönelik olması hesabıyla da bu projenin devlet patentli olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Zira Türkiye geneli için önerilen ve yerel ademiyetçi özerkliğe dayanan bu sistem tc'nin 'Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na koyduğu çekincenin kaldırılmasına uygun olup, diplomaside devletin elini güçlendirecek bir projedir. Ancak merkezi otoriteye bağlı ve kısıtlı yerel iktidar olanaklarını içeren bu proje Kürdistan'ın geleceğini ipotek altına alacağı için Kürdistan için sakıncalıdır.
Dünyadaki örneklerine bakılırsa eğer, Türkiye'de uygulanması düşünülen özerkliğin ne kadar dar kapsamlı olduğu ayrıca görülecektir. Örneğin: İspanya'daki özerklikte halkın kendi kendini yönetme hakkı vurgulanmaktadır, ancak buna rağmen gerçekleşmesi engelleniyor. İspanya gibi bir Avrupa ülkesinde bu hak engelleniyorsa eğer, Göçmen psikozuyla anayurdundan uzak coğrafyada iktidar olan faşist, gerici bir zihniyet buna izin verir mi hiç..? Üstelik, Türkiye'de HDP tarafından önerilen modelde kendi kaderini belirleme hakkı da vurgulanmış değil, ortak vatan ve demokrasi vurgusuyla sisteme adaptasyon ve entegrasyon söz konusudur.
Hendek savaşıyla yürütülen Kobani stratejisi de bu ucu kapalı özerklik projesini devlete kabul ettirme ya da masaya çekme girişiminden başka bir şey değildir. Bunca yıkım, katliam ve göçün bedeli merkezi otoriteye bağlı kısıtlı haklara sahip özerk belediyecilik mi, yoksa ucu özgürlük ve bağımsızlığa varan devletleşmeye mi dayanmalıydı?
Mutasyona uğradık !
Sorun sistemden kaynaklanıyor elbette, zira sistemin projelendirip topluma dayattığı eğitim sisteminden geçen bireyler sistemin hassasiyetlerini dikkate almak zorunda hissederler kendilerini, bu yönlendirme de bilinçaltına yansımış direktiflerle yürür. Kürdlerde bu etki daha fazladır, zira zihinsel mutasyona daha fazla uğramışlardır.
Ülke'de demokrasi ordunun vesayetiyle yürütüldüğü için demokratik düzende olması gereken ileri eğitim sistemi olmadığı gibi, siyaset ve sivil oluşumlar da beklenen sivil inisiyatifi ortaya çıkaramamıştır, kamu kurum ve kuruluşları da toplumsal sorunlara çözüm üretmek yerine suç üretme mekanizmalarına dönüştürüldüğü için "devleti soyma geleneği" mübah kılındı. Zaten şer sistemin dayanağı da budur, bu stratejiyle ayakta kalmaktadır.
Bu vesayetçi şer sistemden insani ve doğru bir çözüm beklemek mümkün mü? 
Bunun için çok iyi niyetli ya da saf olmak gerek.
Bu da bedel ister..
"Cizre'de devletin bu kadar acımasız olacağını düşünemedik" mealinden açıklama yapan D.Kalkan'ın açıklaması da iyi niyetli davrananların hayal kırıklığına nasıl uğradığını ve ne bedeller ödemesi gerektiğini gösteriyor.
İyisi mi, iyi niyet ve takiyeci politikalardan vazgeçip Kürdleşmek gerek, yoksa onca yıl savaştığınız düşmanınızı tanımakta zorlanır, hayal kırıklığına uğrarsınız.
Ondan öte sırtınızı verdiğiniz halkla da karşı karşıya gelebilirsiniz..!

Fikret YAŞAR


29 Şubat 2016 Pazartesi

KÜRD AYDIN SORUMLULUĞU!



Freud, birinci Dünya Savaşında meydana gelen yıkım ve katliamdan sonra vicdan olgusunu sorgulayarak insanları savaşa ve kötü muameleye iten sebepleri açıklayarak sosyal bilimlere devrim niteliğinde bir katkı sunmuştu.
Kürd aydınları da yaklaşık bir asırdır sürdürülen özgürlük mücadelesinin bir sonuca ulaşmamasından  kaygılanarak sorunun sebep ve sonuçlarını analiz etmek ve gerçekçi bir çözüm üretmek gayesiyle “ Kürd Aydın İnisiyatifi” (İnisiyatifa Rewşenbirén Kurd) adlı bir oluşumun gerçekleştirilmesi için kolları sıvadı.
Bu girişim milli bir görevdir, milli bir duruş gerektirir, bu görev aynı zamanda ciddi bir sorumluluk, özveri ve cesaret de gerektiriyor, zira bu kulvarı meşgul edenlerin katırları ürkebilir, bu da işin riski, çünkü kimse iktidarı paylaşmak, rolünü kaptırmak istemez, hele ki elinde gücü olanlar.
Risklere rağmen sorumluluk alacak aydınların çözüm ile ilgili gerçekçi veriler üretmesi için mevcut parti ve örgütlerden bağımsız çalışması gerek, zira her parti ve örgüt ütopyaları uğruna millileşme ve direnme potansiyelimizi törpüleyerek mevcut statükoyu bugüne kadar taşıyarak sorunu kronikleştirmiştir.
Bu nedenle, Kürd  aydınlarının inisiyatif yüklenmesi zorunluluk arz ediyor, bu sorumluluğu taşıyan Kürd elitlerinin girişime katkı sunmaları siyasetin dezenformasyonla yönlendirdiği toplumsal zihni kirden kurtaracak ve siyasette belirleyici olan halk inisiyatifi hakim kılınarak gerçek bir demokrasi ve gerçekçi bir çözüm –ancak- bu girişimle mümkün kılınacaktır.
Demokrasilerde iktidarın efendisi halk ise, bunun yolunu açan da elbette aydınlardır. Çünkü aydınlar halkı bilgilendirmek ve yönlendirmek için düşün ve yazım alanında hizmet vererek en etkin muhalefet ve idarenin gerçekleşmesine ön ayak olurlar.
Aydın sorumluluğu:
Zor bir görevdir,  zira yeri gelince tek başına saldırı ve risklere karşı ayakta durabilmeyi de başarmak gerek. Kendine yönelik kaygılardan çok toplum için kaygı duyan,  tanık olduğu sorunları umursayan, önemseyen ve yaşamın her alanında sorunlara çözümler üreten kişi olmak özveri ve cesaret ister. Bu nedenle de zordur. Sadece cesaret değil,  yaşadığı sorunlara analitik düşünceyle çözümler üreterek toplumu doğru bilgilendirmekle beraber kültürün geliştirilmesi, korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında da aktarıcı rol üstlenebilecek birikim, donanım ve yetiye sahip olmak gerek. Bu kriterlere sahip biri, misyonu gereği toplumda ileriye yönelik değişim ve dönüşüme alan yaratır, bu sebeptendir ki aydın kişi kendisinin efendisidir, egemen otorite ve mahalle baskısının etkisinde kalmadan ve sorumluluğuna yönelik tepkileri kişiselleştirmeden,  başkalarının kendisiyle ilgili ne düşündüğü ve söylediğinden çok toplumsal sorunlar konusunda ne düşünülmesi gerektiğini dikkate alır…
Gerçeği bu, ancak piyasadaki aydın enflasyonu farklı bir tablo gösteriyor!  
Sertifikalı aydınlar:
Resmi ya da gayri resmi ideolojinin belirlediği eğitim sürecinden geçerek statü kazanan kalemşörlere “sertifikalı aydın” demek yanlış olmasa gerek. İman ettikleri otoriteye karşı sorumluluk,  vefa ve çıkar duygusuyla yaklaştıkları için yukarıdaki kriterlere uymazlar, zira bunlar devlet, din, cemaat, örgüt, parti ve ideolojilere tabidirler. Hâkim kültür ve düşünce tarzının yaygınlaştırılması için görüşlerini şekillendirip yayacakları araç ve olanaklara da sahiptirler. Egemen kesimin çıkarlarını gözeten kural ve değer yargılarını benimseyecek tarzda eğitilmiş olmaları sebebiyle de temsil ettikleri hâkim ideolojiyi tartışmadan yandaş özgürlüğünü  “herkesin özgürlüğü ve demokrasisi ” olarak lanse ederler, çünkü geçim kaynakları bu !
Kendi olmayı beceremeyenleri başkaları yönetir.
Halk arasında bununla ilgili bir derviş hikâyesi anlatılır; Dervişin biri dünyayı dolaşırken yolu bir köye düşer. Köy girişinde yolu kesilir ve kendisine hakaret edilerek köye girmesi engellenir.  Ama hakaretler ve sataşmalara rağmen derviş gayet sakindir.
Saldırganlardan biri: “Be hey adam, bunca hakaret ve sataşmalara rağmen senden ses çıkmıyor, bu ne haldir?“
Derviş: “Yıllar önce olsaydı size cevap verirdim, ancak şimdi kendimin efendisiyim.
Saldırgan: “Bu da ne demek ..?
Derviş: “Sataşmalarınızla beni yönetemezsiniz,  sözleriniz ateşten ok, bense denizim.” der…
Ne yazık ki piyasada deniz olabilecek çok az derviş-aydın mevcut. 
Hakareti bir yana bırakın, eleştiriye bile tahammül edemeyen,  ötekileştirici tavır takınarak ayrıştırıcı dil kullananların sayısı çoktur. Bu tür aydın-dervişler tarafgirdir, egoya ya da efendisine hizmet ettikleri için, çıkar ve  aidiyet psikozuyla o’cu, bu’cudurlar.
Kontrol ve tatmin edilemeyen ego davranış bozukluğuna iter!
Özellikle Internet ortamında eleştiri ve tartışmalarda sergilenen tepkilere bakınca üzülmemek elde değil, birikim ve kelama bakınca umutlanıyor insan, ama karşı eleştiri ve sataşmalarda hoşgörü ve tahammül düzeyi hayal kırıklığı yaratıyor. 
Ben bilirim, gerisi yalan-dolan, misali…  
Amerikalı Sosyolog Noam Chomsky: “Aydınlar iktidarın yalanlarını teşhir etme, eylemlerine, amaçlarına ve genellikle gizli niyetlerine göre tahlil etme durumundadırlar.  Çarpıtma ve aldatmacaları, ideoloji ve sınıf çıkarlarını deşifre ederek aydın sorumluluğuyla “halkın sorumluluk” duygusunu geliştirirler…”der.

Günümüzde mürekkep yalayan kişi sayısı çok, ama köşe dönme şerbeti mürekkebin rengine yansıdığı için mürekkep okuyana değil, yalayana fayda sağlıyor. Statü aşkına müptela olan söz konusu mürekkep yalayıcılar kabul ve saygı görme dürtüsü ve çıkar kirinden arınmadan ya da egoyu kontrol etme bilinci ve karakteristiğine sahip olmadan erdem sahibi olamaz, aynı zamanda aydın da olamaz.
Hipnozda olanların kurtuluş umudu var mı bilmiyorum, ama her Kürd eliti, Freud’un dediği gibi, gelecek endişesi ve geçmişe dair suçluluk duygularını bir tarafa bırakıp milli menfaatlere yoğunlaşmalı ve gerçekçi çözümler üreterek sürece katkı sunmalıdır.
Toplumsal sorumluluk bunu gerektirir, bu aynı zamanda aydın sorumluluğudur.
Aksi takdirde sertifikalı aydınlar geleceğimizi ipotek altına alır.

Fikret YAŞAR








17 Ocak 2016 Pazar

MİLLİYETÇİLİK ..! (Tanrısal Buyruk mudur?)


Hücürat süresi 13 ile Rum süresi 22. ayetlerde “ sizleri kavimlere ve dillere ayırdık...” denilerek farklılıkların ilahi buyruk olduğuna  dikkat çekilmektedir.
Bu ayetlere göre kişi kavmi-milli haklarına sahip çıkmalı, korumalı ve yaşatmalıdır, aksi takdirde başkasına özenir veya benzemeye çalışırsa eğer, ilahi emre karşı gelmiş olur ki bu da  “şirk’e” girer.
Siyaset bilimi ve tanrı tanımazlar buna ehemiyet göstermeyebilirler, ancak coğrafyamızda kahir ekseriyet -farklı dinlere mensup olsa bile- inançlıdır ve kavmi farklılıkların insan arzusuyla değil, ilahi buyruk olduğuna inanır.
Kavmiyetçilik ya da milliyetçilik; Genellikle ırkçılık, faşistlik ve bölücü-bozgunculukla karıştırılmaktadır. Bu görüş ard niyet taşır ve  yanlıştır, zira milliyetçilik, kimlik ve kültür değerlerinin süreç içinde kişiye kazandırdığı rol-aidiyettir. Bu aidiyet dil, tarih ve kültür bağlarından oluşur, aileden başlayarak beli bir coğrafyada gelişen  sosyal birikimlerin sonucunda  millet veya ulusa dönüşür...
Kişinin sahip olduğu kültürel değerlerle kendini toplum içinde bir yere ait görme arzusu ve bu arzu etrafında rol alıp hayatı organize etmesi neden kötü olsun ki? Elbette ki bu arzu şiddetlendiğinde, yani egoist karektere büründüğünde zararlı hale gelir, bu da rededilmeli, çünkü aşırısı  ırkçılığa girer. Irkçılık, kişinin kendi kimlik ve kültür değerlerini kendinden olmayanlara dayatması ve bu konuda zora başvurmasıdır ki, Kürdler asla buna tevessül etmedi, etmiyor.
Kürd milliyetçiliği zora, inkara ve soykırıma karşı ortaya çıkmış meşru bir tepkinin dışa vurumudur, bu haklı tepkiyi ırkçılık ve bozgunculuk gibi göstermek işgalcilerin psikolojik savaş planıdır, üzücü olan da buna muatsyona uğrayan Kürdlerin  alet olmasıdır.
Milliyetçiliğin ortaya çıkışı genellikle Fransız devrimiyle ilişkilendiriliyor, bu da yanlıştır, zira Kürd düşünür Ehmed-é Xani bundan yaklaşık üç yüz yıl önce “ Mem u Zin” adlı eserinde millileşmeye dikkat çekmiştir.
“Ger dê hebûya me îtîfaqek =>” Şayet  ittifak halinde olsaydık,
Vêkra bikira me inqîyadek  =>    Bir yönetim altında birlik olurduk,
Rûm û ecem û ereb temamî=>  Rum (tırk), Acem ve Arapların tümü,
Hemiyan ji me ra dikir xulamî=> Hepsi bize hizmet ederdi,
Tekmîl dikir me dîn û dewlet=>  Din ve devleti  düzenler,
Tehsîl dikir me ‚îlm û hîkmet”=> Bilim ve teknolojiyi geliştirirdik...”
Xani’ye göre bize hizmetçilik yapması gerekenlere şimdi biz hizmetçilik yapıyoruz, çünkü devletimiz yok, çünkü milli yönümüz bin küsur yıldır din sandığımız arap kültürüyle törpülenmekte ve bu yüzdende kendimize yabancılaşıp egemenimize hizmet etmekteyiz.

Millileşmeyen devletleşemez, özgürleşemez ve dolayısıyla kaderi xulamlık-uşaklık olur.

Şu kesin ki, milliyetçiligin ve devlet olmanın kötü olduğunu söyleyenler Kurdistanı işgal edenler ve destekçileridir. Zira millileşerek devletleşmek göçmenlerin yüzyıllardır sürdürdüğü işgal ve talanı sonlandıracaktır. Kazanımlarından vazgeçmek istemeyen Kemalistler ve cemaatćiler Kürdlere millileşme ve devletleşmeyi bu sebepten kötü göstermekte ve bu uğurda aidiyet sorunu-sendromu yaşayan Kürdleri kullanmaktadırlar.
Facebook sayfama arkadaşlarımdan biri milliyetçilikle ilgili şu yorumu yapmış: “ En cok kendi çocuğumu severim; bu diğer çocuklari sevmediğim anlamına gelmez; zira kendi çocuğumu koruma ve kollamak, benim ilk görevim, bu diğer cocuklari korumama engel olmaz,  milliyetcilik budur işte.” E.A. Aksoy
Doğrudur, zira millilik ailede ortak duygu ve degerlerin bir kimliğe ve kültürel standarda  bürünmesiyle  deger kazanir. Kim kendini ailesinden, soy kütügünden ve akrabalık bağından soyutlayarak yaşamak ister ki?  Bu psikoz içinde bulunanların geçmişleri sorunlu olsa gerek, ya da bu tipler mürit-köle ruhlu olmalı. Halk arasinda da bu tur kışilere " h...zade" derler.  Öyle ya cami avlusuna bırakılan ve yetiştirme yurtlarında şedid bakıcıların ellerinde sevgiyi tadmadan büyüyen ve empoze edilen resmi değerlerle biçimlenen birileri için aile, soy ve kan bağı bir şey ifade etmez ki...
Aidiyet arayışı içinde oraya buraya koşuşturan ve örgütsel tuzaklarda kendilerine empoze edilen değerlerle devşirilen gençler için de soy ve kan bağı bir şey ifade etmez. Nitekim yeni yetme gençlerin büyük çoğunluğu bu psikoz içinde kendine düşman.  Dikkat edilirse eğer,  aidiyet ihtiyacı doğrultusunda  örgüt ve partilere katılan gençler  empoze edilen yeni kimlikle kendilerine yabancılaştırılınca söylem ve amaçları değişiyor. Örneğin: Dağa çıkmadan önce Kürd, çıktıktan sonra önlerine konulan “halkların kardeşliği” teziyle anti-Kürdistani kişiliğe evrilen gençler...
Milli bilinçten yoksun kişi ve kesimler için “ amaca giden her yol mübahtır”. Kürdler adına siyaset yapanların Kemalist solun direktiflerine uyarak, Kurdistani paradigmadan vazgeçip beraber yaşamanın gerekliliğini savunması da bunu gösteriyor.  Ne acıdır ki, bağımsız Kurdistan idealinin revize edilerek Kemalist turk solu ve kavramları üzerinden demokratik özerklik projesiyle Kurdistan sorununun insan hak ve özgürlükleri seviyesine indirgenmesi  Kürdlerde pek rahatsızlık yaratmıyor. Milliyetçiliğe ve Kürd sosyolojisine ters düşerek  Kürd ve Kürdistan gerçekliğinden uzaklaşılması  sorgulanmadığı gibi, HDP çatısı altında geliştirilen ve Kürdleri sistem içinde eritme amacı güden  “Halkların Kardeşliği”  planına da tepki gösterilmiyor.  ‘Ne de olsa Kürdler adına siyaset yapılıyor’ zannı hakim.
Şu bir gerçek ki  Kürdler ilk kez PKK ile beraber  kitleselleşerek dört parçada örgütlü büyük bir özgürlük hareketi  başlattı. İlk ortaya çıktığında da büyük bir umut vaad etmişti, ancak bu pozitif etki doksanların sonunda yerini  siyasi belirsizliğe bıraktı. Çünkü milli bilinç işlenmedi. Bu durumdan milli hasletleri olan kesimler  demoralize oldu ve harekete karşı güvensizlik oluştu, bu nedenle  de eylemlerde örgütün arzuladığı kitlesel tepki  eskiye oranla daha düşük. Nitekim Duran Kalkan iki gün önce,  “bu saldırılar karşısında halk neden sokaklara dökülmüyor...” diyerek tepkisizliğe karşı hayalkırıklığını ifade etti.
Öte yandan  turk islamcılarının yedeğinde kalan aydınlar ve dini cemaatler  de sahte bir "ümmetçilik ve İslam Kardeşliği" anlayışı ile Kürdleri devlete entegre etmeye çalışırken milliyetçiliğin dine aykırı olduğunu, Kürdlerin milliyetçilik yaparak ümmeti bölmemeleri gerektiğini söyler dururlar. Ümmet birliği ve halkların kardeşliği tezleri  teorik olarak doğru ve kulağa hoş gelebilir, ancak her teorinin ıspatlanması gerek. “Ümmet birliği” tezini ıspatlaması gerekenler kendi aralarında bölük, pörçük. Çok istiyorlarsa önce 22 arap devletini birleştirsinler de sonra Kürdlere önersinler. Halkların kardeşliği tezi de en az ümmet birliği gibi ütopik bir tezdir, zira bu da henüz dünyada karşılık bulmuş değil, ayrıca bunun da ümmet birliği gibi  işgalcilerin Kürd milliyetçiliğini bastırma ve işgali meşrulaştırıp iktidarlarını devam ettirme  planı olduğu ortada.
Kısacası, milliyetçilik ve devlet kötüdür, ümmet ve  kardeşlik hikayeleri gibi sihirli söylemler Kürdleri hipnotize etmek için kullanılmaktadır, bin küsur yıldır eziliyor olmamızın yegane sebebi bu sihirli sözler değil mi..? Arap ve turk işgalciler bu sihirli sözcüklerle Kürdleri sevk ve idare ederek köleleştirmediler mi?
 Bu da gösteriyor ki, ne zaman Kurdler arap ve türk kültür emperyalizminin etkisinden ve ezberlerinden kurtulurlarsa o zaman millileşirler.
Ayrıca, Kurd milliyetçiliği türk ve arap milliyetçiliği gibi işgalci, saldirgan, ganimetçi, tecavüzcü, başkesen, talanci ve inkarcı degildir, kimsenin toprağında, namusunda, dilinde  ve kültüründe gözü yoktur, bu nedenle Kürd milliyetçiliği pozitiftir...
Kendi topraklarında var olmak ve kendilerini yönetmekten  başka gayeleri olmayan bu barışçıl halkın dünya barışına olumlu katkılar sunacağı muhakkaktır, zira Ortadoğuda demokrasiyi  içselleştirecek iki halktan biri de Kürdlerdir.