kurdistan tarihi, felsefe, din,

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Kardeşlik Siyaseti ve Realite !



"Bizim siyasetimiz, korkutma, sindirme, istismar siyaseti değil, birlik ve kardeşlik siyasetidir." (Erdoğan)
Sosyoloji tarihine göre insanlar daha çok bilgi, korku ve çıkar faktörleriyle sevk ve idare edilmişlerdir.
Seksen öncesi Türkiye tarihine baktığımız zaman komünizm korkusu öne çıkmaktadır,  sonrasında ise irtica, darbe, ergenekon, balyoz vb gibi korkular canlı tutularak toplum idare edilmiştir. Aslında tüm bu yapay korkuların altında yatan esas faktör ise Kürd ve Kürdistan realitesidir.
Deniz Gezmiş, yaklaşık 40 yıl önce Kemalist Türk solu öncülüğünde; " Yaşasın Türk ve Kürd halklarının kardeşliği..." dediği için soluğu dar ağacında bulmuştu. Ama Gezmiş şahsında cezalandırılan kardeşlik vurgusu değil, Kürd kimliğine dikkat çekmesiydi, zira "Kürd" sözcüğünü bile telafuz etmek suçtu ve kardeşlik söylemi ise farklılıkları hipnotik etkiyle pasifize etmek için kullanılıyordu. Sisteme göre Gezmiş aşırıya kaçmış, devletin verdiği ayarı bozmaya çalışarak amacını aşmıştı. Gezmiş sonrası gençlik ise  "kardeşlik söyleminin"  bölünmemek ve devleti baki kılmak için kullanıldığını, hatta sistemin gençleri kamplara ayırıp çatıştırarak bundan güç devşirdiğini anlamayacaktı. Nitekim bu gün Kürd solunun nasyonal Türk solu vesayetinde "halkların kardeşliği", Kürd İslamcısının da "ümmet birliği" söyleminde ısrar ediyor olması, yürütülen politikaların egemen patentli olduğu gerçeğinin hala anlaşılmamış olduğunu gösteriyor.
Bunca zaman geçmesine rağmen devletin bölünme korkusunda hiçbir değişme olmaması, Kürd siyasetince verilen tavizlerin dikkate alınmayarak dağların, köylerin, kentlerin yakılarak, insan, hayvan ve hatta çocukların dahi öldürülmesi karşısında halklar ve İslam ülkeleri sessiz kalarak kardeşliğin ne menem bir şey olduğunu göstermişlerdir.
Tüm bunlara rağmen Kürdlerin hala kardeşlik söyleminde ısrar ve iltifat etmesi akıl tutulması ya da stockholm sendromuna işarettir.
Kürdlerin efendileriyle ilişkisi ve akıbeti nesli tükenmiş Polinezya yerlisi Moriorilere benzemektedir.
Moriori halkı Avusturalya kıtasının doğusundaki adalarda yaşamaktaydı. Kürdler gibi barışçıldı, başkalarının topraklarına göz dikmedikleri gibi sorunlarını da şiddete başvurmadan tartışarak hal etme anlayışına sahiplerdi.
1800'lerin ortalarında komşu adalarda Maorilerin saldırısına maruz kaldılar. Saldırı sırasında bile sorunun barışçıl çözümü için toplantı yapıyorlardı, saldırgan Maorilerin ise anlaşma gibi bir dertleri yoktu, tek arzuları fethetmek, öldürmek ve ganimetti.
Saldıranlar sayıca azınlık oldukları halde, fethettiler, ganimet, tecavüz ve barbarlıkla tatmin oldular, Moriorilerden tek kimse kalmamıştı. Çünkü saldırgan Mavoriler, geleneklerine göre hareket etmişti. Bir Mavori işgal ve katliamı şöyle açıklamıştı:" Geleneklerimize göre el koyduk ve her kesi yakaladık, tek bir kişiyi bile kaçırmadık, hepsini öldürdük, bazılarını da yedik, ne olmuş yani? Geleneğimiz bu."
Antropologlara göre Maorilerle Morioriler kardeş halklarmış, ataları aynı olmasına rağmen  süreç ve şartlar birini saldırgan, diğerini de barışçıl yapmıştı. Maorilerin silahları vardı, Morioriler ise silahlanmaya gerek duymamışlardı...
Dünya tarihine baktığımız zaman buna benzer örneklerle karşılaşıyoruz. Çok iyi silahlanmış topluluklarla silahlanmamış topluluklar arasındaki ilişkinin neticesinde bir taraf mağdur, diğer tarafsa muktedir olmaktadır.
Türkleri ön Asya'da muktedir kılan esas gerçek de budur.
Abbasiler döneminde ön Asya'ya gelen Türk boyları savaşçı yetenekleri sayesinde Abbasi ordusunda paralı askerlik yaptılar. Mezhep ve iktidar savaşlarıyla zayıflayan hilafet makamını etkisizleştirerek  korumaya geldikleri imparatorluğun sahibi oldular ve o günden beridir de din kardeşliği siyasetiyle güçlendirdikleri savaşçı karakterleriyle bölgede iktidarlarını sürdürmektedirler.
Göçmen psikozunda oldukları için eldeki iktidar olanağını paylaşmayı beka sorunu gibi görmektedirler, dolayısıyla halkların kardeşliği ya da ümmet birliği gibi söylemleri mağdur olanları avutmak ve pasifize etmek için kullandılar.
Esas mesele kardeşlik değil, PAYLAŞIMDIR!
İlkel komünal toplumdan günümüze kadar dinlerin, ideoloji ve uygarlıkların çözmeye çalıştığı esas sorun paylaşımın nasıl olması gerektiği hususundadır. Tarihsel süreci analiz ettiğimizde savaşlar, göçler ve diğer toplumsal reaksiyonların temelinde paylaşım sorununun yattığı görülecektir. Bu sorun kaçınılmaz olarak aileden devlete ve dünyada sermayenin serbest dolaşımına kadar ki tüm sosyo-ekonomik organizasyonlarda muktedirlerin inisiyatifinde çözüm bulmaktadır.
Muktedirler milli çıkar gözeten hukuklarını oluştururken farklılıkları da kendi potalarında eritmek için paylaşımı yandaş siyasetiyle yürütürler, zira mutlak eşitlik beka sorunu yaratacağı için, "adalet iktidarın temelidir" yaklaşımıyla kendine özgü yukarıdan dikte edici bir hukuki mekanizma  geliştirmişlerdir. Böyle bir hukuki mekanizma kardeşlik dediğimiz toplumsal vicdan mekanizmasının yaşamasına izin vermez, çünkü bu yapı taraflıdır, gücü temsil ediyordur.
Sonuç olarak; Kardeşlik bir hikayedir, Kürdlerin kendi hukuklarını oluşturarak topraklarında özgürce yaşayabilmelerinin yegane yolu güce sahip olmalarında yatıyor. Gücü olmayanın hukuku olmaz, hukuku olmayan da başkasına tabi olur.
Güç; askeri, ekonomik, demografik, teknolojik, psiko-sosyal ve kültürel unsurları bir kimlik etrafında toplamaktır. Bu da iktidar olmak demektir. Kürdler henüz işin başında ve tüm bunlara sahip olmak için çaba sarf etmektedirler. Batılı güçlerle ittifak ve  ABD'nin lojistik desteği Kürdlere öz güven ve güç  kazandırmaktadır. 
Ancak unutulmaması gerekir ki, güç, avuçtaki kum gibidir, sıktıkça akar gider.
Kardeşliğe gelince; Artık inandırıcılığı kalmadı.
Karşılıklı çıkarlar temeline dayanan bir komşuluk-dostluk hukuku, kardeşlik hukukundan iyidir.

Realite bunu gerektiriyor.

- Fikret YAŞAR