kurdistan tarihi, felsefe, din,

8 Kasım 2018 Perşembe

Yerel Yönetimler, Demokrasi ve Kentleşme



Yerel yönetimlerin siyasi gerekçesi demokrasinin kaynağı ve beşiği olmasında yatmaktadır.
Yerel yönetim; Merkezi yönetimden kısmen ayrıdır, yani kendini yönetme yetisi olan ve karar organlarını seçimle iş başına getiren yerel organizasyonlardır.
Bunlara en iyi örnek Belediyeler, İl Özel İdareleri ve köylerdir.
Günümüzde yerel yönetimlerin işleyişinde demokratik kültürün seviyesi önemli rol oynar.  Halkın karar ve uygulama süreçlerine sağlıklı bir şekilde yerel yönetimlere katılması, ancak demokrasi kültürünü özümsemesiyle mümkündür, aksi takdirde yerel yönetim sorunlar ve rant mekanizmasına dönüşür. Bundandır ki demokrasi arayışlarında halkın karar sürecine katılması fikri ortaya çıkmıştır.
Batı demokrasilerindeki pratiğe baktığımız zaman, sermaye ve bilginin dünyada serbest dolaşımı, paylaşılması, küreselleşme ve kendini yönetme eğilimlerinin geliştiği görülecektir. Hatta uluslararası ilişkiler/diplomasi bile bu gelişmelerle değişim, dönüşüme uğramış ve bunun sonucunda da daha insani ve yaşanabilir bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunulmuştur. Bu aynı zamanda sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecini hızlandırmış, merkezi yönetim sistemlerinden güçlü yerel yönetimlere, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye doğru bir evrilmeyi de beraberinde getirmiştir.
Batı, demokrasinin yeniden tanımlanmasını tartışıyorken, biz bilgi toplumunu dinamize eden teknolojinin etkin bir şekilde kullanılıp, demokratik yol ve yöntemlerin geliştirilmesi hususunda çaba sarf edeceğimize yasaklara başvuruyoruz. Demokrasi zarar verir düşüncesiyle İnterneti kısıtlıyoruz. Oysa bilgi çağının teknolojik imkanlarından faydalanan toplumlarda küreselleşmeyle beraber büyük gelişmeler sağlanmış, toplumların yapısı, işleyiş ve biçimleri ileriye doğru değişmiştir. Bu değişimler yukarıdan aşağıya doğru kentler, yerel yönetim birimleri ve yerellik kavramının değişimini de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; Demokrasi, hem bilgi toplumuna giden yolda önemli bir nitelik, hem de devletlerin dönüşümü aşamasında alternatif bir çözüm ve çıkış noktası yaratarak halkın kendi gücünü ve kimliğini kazanmasına sebep olmuştur.
Şüphesiz demokrasinin yeniden tanımlanmasının tartışılması fayda sağlayacaktır.  Zira genel kanı; Yerel yönetimlerin doğası gereği katılımcı, demokratik ve denetlenebilir olduğu, bu nedenle de yerel yönetimlerin demokrasinin beşiği ve kaynağı sayıldığı yönündedir. Ancak halkın karar sürecinde yönetime doğrudan katılma ve denetim olanaklarını geliştirerek demokrasi ve hizmetlerde verimliliği ve sürdürülebilirliği geliştirmeye çalışması bu kültürü özümsemesiyle mümkündür. Ya bu kültür yoksa ? Şüphesiz bu kültür değişim ve dönüşümde belirleyicidir. Bunu da test etmek gerek. Bunun için seçimin niteliği ve temsil ilkesinin geçerliliği sürecinde halkın yerel yönetim süreçlerine katılımı ve bağımsız karar verme yetkisi sınanır. Sistem demokratik değilse eğer, halk devlet karşısında güçsüz ve korkuyor demektir.
 Kentleşme:
İnsanlık tarihine baktığımız zaman kentleşmenin yerleşik hayat, iktidar ve nüfus hareketleriyle başladığını görürüz.
Modern anlamda kentleşme ise sanayi devrimiyle gerçekleşmiştir.
Sanayi devrimi sonrasında kentleşmeye etki eden faktörlerin başında nüfus hareketleri, ekonomi, sosyolojik faktörler ve fiziksel gelişmeler gelir.
Nüfus hareketleri analiz edilince sanayileşmeyle beraber köyden kente nüfus akımının başladığı, iş gücünün tarım sektöründen sanayi sektörüne yöneldiği, akabinde alt ve üst yapısıyla modern kentleşmenin gerçekleştiği görülür.
Köyden kente başlayan nüfus akımı domino etkisi yaparak meslekleşme, bütünleşme ve diğer süreçlerde kent aidiyetiyle yeni bir yaşam tarzını oluşturmuştur. Artan nüfus kentlerin fiziksel siluetini değiştirdiği gibi, iç ve dış dinamiklerle büyüyen nüfus kırdan farklı fiziki bir yapılanmayı da beraberinde getirerek sosyalizasyon hizmetlerinin gereği kurumsal mekânlar, parklar, bahçeler ve sosyal donatı alanlarının yapılmasına olanak sunmuştur.
Tabii ki tüm bu gelişmeler kurumsallaşmayı ve kamusal görevler-hizmetlerde artışı da beraberinde getirmiştir.
Nüfus arttığı zaman ihtiyaçlar artar, ihtiyaçlar arttığı zaman hizmetler de artar. Bu evrede kaynaklar sorgulanır. Bu da nüfusla ihtiyaçların, kaynakla ihtiyaçların, teknikle ihtiyaçların ilişkisinin bir dengede yürütülmesini zorunlu kılıyor. Aksi dengesizlik durumunda artan nüfus sorunlara sebep olacaktır. Bunlar; fiziki alanda konut sorunu, gecekondulaşma, çarpık kentleşme, çevre tahribatı ve çevre sorunlarına, sosyal alanda da eğitimdeki yetersizlikten kaynaklı işsizlik, suç oranının yükselmesi ve çevresel değerlerin bilinçsiz kullanımı vb gibi diğer sosyalizasyon hizmetlerinin eksikliğine sebebiyet vereceğinden kentleşme sorunlu olacaktır.
Denge sağlandığında, çevre ve teknolojik imkânların da rasyonel kullanımı meyvesini verecektir. Çünkü çevre toplumun yaşamını sürdürebilmesi için temel ihtiyaçları barındırır. Teknoloji de çevresel alanda bulunan kaynaklardan daha iyi yararlanılabilmesi için gerekli olan araç, gereç ve bilgiyi kapsar. Dolayısıyla sürdürülebilir modern bir kentleşme nüfus, ihtiyaçlar, kaynaklar ve teknik imkânların dengeli ilişkisiyle mümkündür.
Bugün dünyada yaşanan savaşların ve huzursuzluğun sebebi kaynaklara sahip olma, sevk ve idare etme dürtüsüdür.
Bulunduğunuz ülke ve kentte çarpık kentleşme, çevre tahribatı, kirlilik, işsizlik ve suç oranlarını analiz ederek refah düzeyinizi ve ne kadar güvende olduğunuzu görebilirsiniz! Ortaya çıkan sonuç sistem ve yöneticilerin niteliğini de ortaya çıkaracaktır.
Anonim bir-iki deyiş vardır! Hadis olduğu da söylenir, her neyse, ama dikkate değerdir!
Şöyle ki; “Nasılsanız öyle idare olursunuz!”
Bir diğer rivayete göre de Musa Tanrıya sormuş:” halk diyor ki Tanrının bizi sevip sevmediğini nereden anlarız?”
Tanrı :” Musa, halkın yöneticileri iyiyse seviyorum, kötüyse kızıyorum.” Demiş.
Kentinizi ve kendinizi seviyorsanız iyi yöneticiler seçin.

Fikret YAŞAR

Kaynak:
-“Sayıştay dergisi 57.sy.”
-“Yerel-Küresel Döngü” Prof. Dr. A. Özer

20 Ekim 2018 Cumartesi

DİKTATÖRLER SAVAŞI SEVER !



Yönetme, sevk ve idare arzusu avcı toplayıcı dönemden beridir toplum yaşamına yön vermektedir.
Doğal yaşamda olduğu gibi, güçlü olanlar hiyerarşik düzende zayıfları yönetmiştir.
İnsanlık tarihinde bu hiyerarşik düzeni sağlayan üç temel otorite mevcuttur.
Bunlar: Töre (aile), Devlet ve Tanrı otoriteleridir.
Çoğalan nüfusla beraber kontrol edilecek insan ve bölge artınca birey ve toplum üzerinde etkili olan otoritenin değiştiğini görüyoruz.
J.Diamond “Tüfek, Çelik ve Mikrop” adlı eserinde devletin atasının şeflik olduğunu belirtmektedir. Töre otoritesinde gücün artması kabile şefliğine dönüşmüş,  sonraki süreçte çoğalan nüfus-ihtiyaç, kaynak-ihtiyaç ve teknik-ihtiyaç ilişkileriyle de halk iktidarda söz sahibi olunca devlet ortaya çıkmıştır.
Kabile şefliği döneminden günümüz geri kalmış baskıcı iktidarlara kadar kurumsallaşma liderin bekası üzerinden yürütülmüştür.  Lider bekası gözeten iktidarlar ‘demokratik siyaseti’ taklit ederek toplumu bir arada tutmaya çalışırlar. Yakın zamanda bu anlayışla hareket edip, “ demokrasi bizi amacımıza taşıyan bir trendir, durağa geldiğimizde inmesini biliriz…” diyen liderler ortaya çıktı.
Günümüz toplumları ‘tanrı hükümdarları’ iktidardan uzaklaştırmış olabilir, ancak devleti kötüye kullananları ortadan kaldıramamıştır. Gücünü halktan aldığı halde tanrı kral rolüne soyunarak devlet idare eden bazı liderler iktidarlarını sürdürebilmek için yandaş dediği belli bir azınlığa imtiyazlar sağlarlar. İmtiyaz sağlanan kesim iktidara süreklilik kazandıracak yandaş sermayedir.  Halktan alınan güç ve hükumet erkiyle takas aracı olan para basılır, basılan para bankaların hizmetine sunulur, akabinde bankalar bu paralarla halkı sömürür.
Demek ki halkın gücü, halkın iktidarı anlamına gelmiyor, Halkın iktidarı refah, eşitlik ve barış gibi toplumsal arzuların gerçekleşmesiyle mümkündür. Ama ne üzücüdür ki İslam coğrafyasında bu böyle yürümüyor. Din ya da demokratik söylem ve göstermelik seçimlerle halktan alınan yetki kötüye kullanılarak halk kötü yönetim ya da diktatörlük rejimiyle karşı karşıya bırakılıyor. İnanç hipnozuna giren toplum kendi kendisini yönettiğini sanırken yönetim mekanizmalarının ayrıcalıklı kesimleri tarafından kandırıldıklarının farkına varamıyorlar.
Dünün kabile toplumunda tanrı kral otoritesiyle insanları sömürmek yeterliyken bugün tanrı+devlet +kral otoritesi ile halk daha kolay sömürülebilmektedir.
Dünden bugüne kötü lider örneklerini sıralamak gerekirse eğer, ilk akla gelenler Mussolini, Hitler, Stalin, Saddam ve ardıllarıdır. Bunların kendi standartları doğrultusunda açık vizyonları vardı.
Sosyalist ideolojiyi terk edip milliyetçiliğe sarılan ve ilk faşist ideolojiyi yaratarak muhaliflerini kurduğu “kara gömlekliler” silahlı gücüyle bertaraf eden B.Mussolini’nin vizyonu; Milliyetçilikle tek ırk temeline dayanan güçlü bir İtalya yaratmaktı.  
Birinci Dünya Savaşı’nda kahramanlık madalyası alan ve muhaliflerini kurduğu kahverengi gömlekliler silahlı gücüyle bertaraf eden A.Hitler’in vizyonu; Tek ırk temeline dayalı bir Almanya ve Alman ırkının üstünlüğünü dünyaya kanıtlamaktı.
Bazı kaynaklara göre yirmi, bazılarına göre kırk milyon kişinin ölümüne onay veren J.Stalin’in vizyonu;  Sosyalist ideoloji çerçevesinde insanları tek tipleştirerek sosyalizmi dünyaya egemen kılmaktı.
Enfal kırımı ile iki yüz binin üzerinde Kürt nüfusunu kimyasal silahlarla yok eden H.Saddam’ın vizyonu ise; Petrol gelirlerini artırarak tek tip Arap yaratmaktı.
Dört lider insanları ortak bir amaç doğrultusunda harekete geçirmek için şiddet-korku faktörünü kullandılar. Dördü de, saldırgan, sadist, narsist ve evrensel ahlaki değerlerden yoksun insanlardı. Bu sebeple sahip oldukları güç, kendileriyle beraber toplumu/ülkelerini de felakete sürükledi.
Diktatörlüklerden kaynaklı dramların bir kısmı yakın coğrafyamızda, hatta içinde bulunduğumuz topraklarda yaşandı.  Bunlar; Osmanlının sonuyla beraber yaşanan Rum, Süryani, Ermeni, Laz, Kürd ve diğer halkların uğradığı kırımlardı. Sebebi de paranoyak liderlikti, yani “diktatörlük”.
“Kötü Liderlik” eserinin yazarı Barbara Kellenman’ın  ;“Amerika, Çin ve hatta Türkiye gibi ülkelerde,  kötü liderlik örneklerinin çoğunlukta olduğu bir gerçektir” demesi, dikkat çekicidir.
Kellerman:” Kötü liderlik tek başına oluşacak bir kavram değil, çünkü onu izleyen takipçiler olmadığı sürece kötü liderliğin yaşaması da mümkün değildir.” Diyor.  
Bir başka düşünür E. Burke : “İblisin zaferi için gereken tek şey iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.” Der.
Kellerman konuyu kategorize ediyor ve birinci sıraya seyircileri koyuyor:
1-Seyircileri; Karşı çıkmanın bedelinin çok daha ağır olacağını düşünenlerdir.
2-Yandaşlar; Onlardan öyle davranmaları istendiği için uyanlar ve kötülükleri yapanlardır.
3-Şeytani Liderler; Bu kötülükleri bilerek ve isteyerek yapanlardır.
J. Ciulla, liderlikle etik arasındaki ilişkiyi incelerken, konuyu ahlaki, manevi ve amaçla ilişkilendiriyor.
Machiavelli ise farklı bir perspektiften bakar: “ …Bir tek kötü lider vardır o da zayıf liderdir. Zulmün akıllıca kullanımı, liderin en büyük silahıdır. Yöneticinin birinci sorumluluğu düzeni sağlamaktır, bunun için lider zalim olmalıdır…” der.
Lider kültü yaratıp her yaptığına keramet yüklemek yerine, demokrasileri gelişmiş batı toplumları gibi doğru ve eleştirisel bir yaklaşımla yanlışların olabileceğini kabullenmeli, lider eleştirmeyi tabu olmaktan çıkarıp, eleştiri yapanların yazdıkları ve söylediklerindeki doğruluk payını görmeliyiz  Bu toplumsal sorumluluk bilincinin gereğidir. Unutmamak gerekir ki toplumu ve insanları geliştiren sorumluluk bilincidir. Sorgulama, araştırma ve eleştiri bunu mümkün kılar ve üstlerin astlara yetki ve sorumluluk göçertmediği, tüm yetkilerin (basın, yasama, yargı ve yürütme) tek elde bulundurulduğu düzende huzur mümkün değildir. Tüm yetkileri elinde tutan liderler despottur, astların potansiyellerini ortaya koymalarına imkân vermez, dolayısıyla astlar yürütmede karar verici değil, “evet efendimci” olurlar.
Yukarıda isimleri verilen liderler tümü despottu.
Ortak paydaları; Tek tipleştirme ve başarısızlık karşısında kaos yaratarak savaş naraları atmaktı.
Sosyo-ekonomik baskıyla karşılaştıklarında sürü psikozuna soktukları toplumu maceralarına ortak ederek toplumu savaşa sürüklediler.
Çünkü savaş iktidarlarına kan taşıyordu.
Peki insanlar neden bu tür liderlerin peşinden koştu ya da koşar?
Freud’a göre durum, kendine yetmezliktir, despot baba özlemidir, bir bakıma da cellat seviciliktir.

Fikret YAŞAR



9 Nisan 2018 Pazartesi

Dinler Klasik Eğitim Modelidir!


Özgün düşünce ve kültür kodlarını yitirerek sürü psikozunda yaşamını sürdüren bir toplum sorunlardan ve mağduriyetten kurtulamaz!

Çevremdekilere bakınca hala dinin bir eğitim-müfredat ya da insan programlama sistemi olduğunu anlamakta zorlandıklarını görüyorum. Çünkü sanal korkulardan öylesine etkilenmişler ki, kendilerine dayatılan ezberleri sorgulamıyor hatta dokundurtmuyorlar.
Sebebi: Korku ve tabular!
Cin, melek, şeytan, günah, kitap, kabir, cehennem vb gibi sanal korkular, tabular yaratır, tabular da robotlaştırarak kişiyi ve toplumu sürü psikozuna sokar.
Demek ki sürü olmanın sebebi sanal korkulardır.
Sanal korkuların amacı motivasyonu sağlamaktır. İlkel toplumlar birey ve toplum yaşamına standartlar getirmek ve bu standartları pratize edebilmek için sanal korkular üretmiştir. Tüm bunlar inanç kodları üzerinden yürütülerek ezberlerle düşünce tutsak edilmiş, bununla da birey ve toplum idare edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki dini doğuran esas sebep, insan formatındaki varlığın birey ve toplum halinde yaşamını düzenleme ihtiyacıdır.
Kuranda tanrıya atfedilen " OKU" direktifinin amacı bilgilenmek ve kendini tanımaktır. 'Oku'dan kasıt kişi ve toplumun farkındalık yakalamasıdır, zira bilgi doğru yaşam için gerekli olan prensipleri içerir. Bilgi, tüm değerleri biçimlendiren bir kavram olduğu gibi, akıl ve vicdanı hâkim kılarak sahip olduğumuz formatı biçimlendirir. Öz farkındalık yaratarak, öz denetim ve öz yönetimle kişiyi insan yapar ve kemale erdirir.
Âdem’den Muhammed'e kadarki süreçte din kavramı çerçevesinde uygulanmak istenen müfredat da budur. Anlaşıldığı gibi içeriği de ahlaktır. Zira geriye dönüp baktığımızda pozitif bilimler ile sosyal bilimler henüz gelişmemiş, standartlaşmamış ve bir sistematiğe sahip olmamışlardı, yani eğitim-öğretim henüz kurumsallaşmamıştı. Bilinen tek ve önemli şey iyi-kötü ayırdında güzel ahlakı oluşturan prensiplerdi.
Bu da mabetlerde klasik bir eğitim sistemiyle kurumsallaştırıldı.
Tıp, matematik ilkel haliyle ihtiyaçlar düzeyinde seyrediyordu. Hanedanlar ya da mabetler dışında bilgiyle ilgilenenler yok denecek kadar azdı.
Din Bir Klasik Eğitim midir!
Klasik eğitim, dinler vasıtasıyla yürütülen ve sadece ahlak bilgisi içeren eğitim sürecidir, zira geçmişe baktığımızda eğitim kurumsallaşmamış ve ayrıca eğitim-öğretim sadece birey ve toplum yaşamını düzenleyen ahlaki bilgiler çerçevesinde yürütülmüştür. Bu dönemde pozitif bilimlerin yanı sıra sosyal bilimler de henüz dikkate değer düzeyde değildi. Eğitimde aslolan ahlaki değerlerdi, bilim ve teknolojinin esamesi okunmuyordu. Günümüzdeki eğitim sisteminde ise ahlaki prensiplerle beraber pozitif bilimler, sosyal bilimler ve bunların geliştirdiği bilim ve teknoloji birey ve toplum yaşamını biçimlendirmektedir. Bir tarafta bilimlerle zenginleştirilmiş bir eğitim, diğer tarafta doğa üstü güçlere dayandırılan sanal korkular ve bunun yarattığı yasam tarzından esinlenerek kalıplaştırılmış ve değişimi yasaklanmış klasik bir sistem..!
Ancak şunu da belirtmek gerek; Klasik dönemin sonuna baktığımızda en kapsamlı eğitim sisteminin Muhammed ile ortaya çıktığını görürüz.
Eğitimi branşlara ayırarak teori ve pratiği gerçekleştirebilmiştir. Sistemi namaz, abdest, oruç, zekât, hac vb gibi müfredatlara gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Namaz ile, otorite ve prensiplere biat ederek uysallaşmayı, abdest ile gündelik temizlik ve bakımı öğrenmeyi, oruç ile empati ve sorgulamayı, zekat ve kurban ile yardımlaşma ve paylaşmayı, hac ile bilgiye ulaşmayı öğretmeye çalışmıştır (çok gezen, çok bilir, düşüncesi doğrultusunda insanlar seyahate yönlendirilmiştir. Zira o dönemde okullar olmadığı için gezerek, görerek, tanışarak bilgiye ulaşmak mümkündü). Muhammed böyle bir eğitim sistemi ile birey ve toplumu ahlaki prensipler doğrultusunda eğitmeye çalışmış, ancak motivasyon aracı olarak doğa ustu güçlere dayanan sanal korkuları kullanmıştır. Amaç ve anlam birey tarafından kavranmadığı için süreç içinde şekilden başka bir şey kalmamış, aksine tersi bir reaksiyon gelişmiştir. Bugün Fas’tan Afganistan’a kadar olan İslam coğrafyasının sorunlu olmasının ve insanların kurtuluşu batıda aramasının esas sebebi  teori ve pratiği uyuşmayan yozlaşmış kültür mirasıdır.
Akıl ve irade devreye girmeli!
Demek ki esas sorun din aracılığıyla hâkim kılınan klasik eğitim sisteminin yozlaşması, anlaşılamaması ve sanal korkularla hala bu eğitim sisteminin devam ettirilmesidir!
İçselleştirilmiş korkular ezberlerin terk edilmesine engel oluyor, bu korkulardan olsa gerek düşünen, sorgulayan, araştıran, deneysel değerlendirmelerle ileriye yönelik projeler üreten bir kültür mirasına sahip olamadık. Yani aklı egemen kılamadık.
Çünkü; Yuja Dab’ın dediği gibi:” yerine düşünen biri var, bir amacın yok, zaten birileri yolunu çizmiş, hayatta bir duruşun olmadı, nerede durman gerektiğini söylediler, soru sormayı ve merak etmeyi bilmiyorsun, sana paketlenmiş cevaplar sunuyorlar, bu yüzden de bir şeye sahip değilsin, birilerinin bir şeyisin. Harıl harıl konuşsan bile, başkalarının dilisin.”
Din bir disiplin midir!
Disiplini cezalandırmayla özdeş düşünüyoruz. Oysa disiplin davranışları terbiye etme amacı taşır ve eğitimin özüdür.  Din aracılığıyla yapılmak istenen de budur. Ayrıca disiplin salt cezalandırma değildir, ödül, ceza, uzmanlık ve statüyle gerçekleşir.
Disiplin, ilkel komünal yasamla beraber insan yaşamının bir parçası olmuştur. Akıllı insanlar birey ve topluma rehberlik yaparak yasamın insani formata uygun olmasına katkı sunmuşlardır, bu nedenle de hepsini saygıyla anıyoruz. Ancak onların bıraktığı mirasa yapışmak yerine, akıl, vicdan ve bilimle zenginleştirilmiş modern eğitime itibar etmemiz gerektiğini görebilmeliyiz. Mutezile mezhebinin kurucusu Kadı Abdül Cebbar der ki:” Akla ve bilime dayanmayan şey itikat-inanç konusu olamaz.”
Muhammed İkbal de:" Her Müslüman koltuğunun altında Lat. Uza, Mena vb gibi bir sürü put taşımaktadır." Der.
Bilmeliyiz ki tüm dinler, ibadetler, disiplinler ve eğitimlerin amacı insanı terbiye ederek ahlaklı olmasını sağlamaktır. Yani dinin gerçekte ne olduğunu anlayabilirsek eğer, aslolanın insan olduğunu fark edeceğiz, rengi, dini ve ırkı ile insanın ötekileşmemesi gerektiğini öğreneceğiz. Bize dayatılan sanal korkuların gereksizliğini ve zararlarını fark edeceğiz. Günümüzde motivasyonun sanal korku ve tabularla değil, statü, bilgi, uzmanlık, ödül ve cezayla gerçekleştiğini de öğreneceğiz.
Kısacası, bize din-ibadet diye dayatılan disiplinlerin aslında davranış ve yaşantımızı düzenlemeye yönelik müfredatlar olduğunu fark edebilirsek eğer, rolümüzün de farkına varacak ve değerleri kült yapmaktan da vazgeçeceğiz.
Korkularımıza esir düşerek değerleri putlaştırmaktan vaz gecelim. Vazgeçelim ki gelecek nesillere düşünmeyi öğretebilelim. Düşünmeyi öğrenenler, sorgular, araştırır, dener ve toplumu ileriye taşır.
Gelecek nesillere böyle bir kültür mirası bırakabilirsek eğer, tanrı ve toplum nezdinde kıymeti harbimeyiz olur, aksi takdirde sürünün bir üyesi, bir figüran gibi yasayarak bu dünyadan göçeriz.
Kurtuluşa ermenin tek yolu düşünmeyi, sevmeyi ve korkmamayı öğrenmektir.