kurdistan tarihi, felsefe, din,

29 Aralık 2013 Pazar

Kürdistan Tarihinde Pazuki Aşiret Ve Öcalan



Aydınlık Gazetesinin son günlerde Öcalan’ı konu alan yayınları dikkat çekmektedir.
Konuyu işleyiş niyetine bakılırsa eğer; Kürd milliyetçilerle Türkiyelileşmek isteyen Kürdleri karşı karşıya getirmek, istiyor gibi yorumlanabilir..!
Şimdilik bu tartışmayı bir başka zamana bırakıp aşiretin tarihine bir göz atalım.
Gerçekten Öcalan’ın mensup olduğu Pazuki Aşireti Türkmen midir, yoksa Öcalan’ın Turkiye sevdası mı bu aidiyet ihtiyacını ona dayatıyor ..?
Bunu öğrenmenin tek yolu tarihin tozlu raflarına uzanmaktır.
(Pazuki- Bazuki-Beski) BéZIKİ AŞİRETİ:
Bu ifadelerin içinde Kurd fonetiğine uyan, Kurdi anlam taşıdığı gibi Kürdler tarafından da kullanılan “Bézıki” ifadesidir.
Bézıki, Kürdçede “karınsızlar” anlamını taşır.
Her ne kadar tarihi kaynaklarda bu aşiretin merkezi yerleşim alanı Nahcivan ve Tebriz civarı gösterilse de günümüzdeki yerleşim alanları dağınık olup Nahcivan, İran toprakları, Dérsim ve Urfa civarıdır.
Bugün bile Halfeti ve Bozova arasında kalan bölge “Deşta Bézıkan” olarak bilinir (Bézıki Ovası).
ŞerfXan, “Şerefname”de Pazukilerle ilgili şöyle der: “ Bézıkilerin aslı Sıveydi aşiretidir. Sıveydilerin kökeni de Barmekilere dayanır.”
Bazı kaynaklar Barmeki soyunu Muhammed Peygamberin sahabesi Esved’e, ya da Medine şehrine yakın Suveydi köyüne  dayandırırlar. Ancak Barmekiler kendilerinin Fars asıllı olduklarını kabul ederler. Bézıkilerin bir süre Barmekilerle beraber yaşamış olması Barmekilerle ilişkilendirme sebebi olmuş olabilir...
Sayın K.Fani DOĞAN’ın Pazukilerle ilgili şu yorumu da dikkate değerdir: “ Bazukiler tarihte Pazuki olarak geçer, evveliyati Zekertu ve Zag kabilelerine kadar inen bu topluluk Zag'ların büyük kollarından biridir. Yavuz Selim zamanına kadar Homa tapımı (mitracılık) inancındadırlar ve bu nedenle tıpkı Canbegan Kürt topluluğu gibi sapık inançları bahane edilerek göçe mecbur edilirler. Bugün ağırlıklı olarak İran'da yaşıyorlar ve Kürtlüklerini hala muhafaza ediyorlar.
Türk toplulukları içerisinde mitracı bir topluluğa rastlanmadığı gibi Türklerin Allah'a “Homa” dediklerine hiçbir tarihi belge tanıklık etmez.
Pazukiler, diğer zaza aşiretlerinin Barmaki hanedanlığınca yönetilen Sıvedi Konfederasyonu içerisinde yani Ginc Mirliği içerisinde yer almayı salt dini nedenlerle kabul etmeyip kendi mirliğini muhafaza etmek istemesi sonucu gadre uğramış ve mirleri Pazuki Niyaz Bey öncülüğünde topluca göç etmişlerdir...”
Pazuki Beyliğiyle ilgili en geniş açıklamayı, -eksik olsa bile- E. Xemgin yapmaktadır. E.Xemgin’e göre, ” Pazukiler Şah İsmail döneminde Xalid Bey tarafından yönetiliyordu.  Xalid Bey savaşta bir elini kaybettiği için “yekdest Xalid” diye çağrılırdı. Savaşlardaki kahramanlığından ötürü Şah İsmail tarafından kendisine altından bir el yaptırılmıştı. Pazuki bölgesinde (bugünkü Nahcivan) kendi adına hutbe okutan ve para bastıran Xalid Bey, bir süre sonra safevi hanedanlığıyla yollarını ayırınca Osmanlıya bağlılığını sunmak zorunda kaldı. Yavuz Selimin Çaldıran seferinde Şah İsmail’e karşı cephe alıp savaşmasına rağmen, savaştan sonra padişah emriyle öldürülmesi aşiretin yönünü yine İran’a çevirdi. Öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu Uveys Bey babasını öldüren Osmanlıdan intikam almak için karşı tarafa, yani Safeviler tarafına geçti. Bağlılık yemininden sonra kendisine Osmanlı sınırında kalan Erciş, Adilcevaz ve Beyazid yörelerinin beyliği verilerek kendisinden sınır bölgesinin korunması istendi. Ancak bölgedeki Kürdleri kontrolüne alma girişimi ve egemenlik alanını genişletmeye çalışması Tebriz Valiliği ve dolayısıyla Safevi yönetimini tedirgin etti, bunun üstüne Şah, Tebriz valisi Musa Sultan’ı Pazuki Beyliği üstüne göndererek Kürdlerin bölgede güçlenmesini engellemek istedi. Üzerine gelen orduya karşı savaşamayacağını anlayan Uveys Bey, Osmanlıya tekrar sığınmak zorunda kaldı. Pazuki Beylerinin devamlı saf değiştirip bölgede sorun yaratmaları ve kendi başlarına buyruk davranıp Kürdleri bir araya getirmeleri Kanuni Sultan Süleymanı da endişelendirmişti. Bu yüzden Kanuni, Durzi Davud’a haber göndererek Pazuki Aşiretinin adamlarını kılıçtan geçirmesini istedi. Durzi Davud emir gereği baskın yaparak Pazuki beyi ve adamlarını kılıçtan geçirdi. Ancak bu katliamdan Uveys Bey’in iki çocuğu kurtulmayı başararak Zırıkanlı Ahmed Bey’e sığındı. Uveys Bey’in katliamdan kurtulan çocukları Kılıç Bey ile Zülfikar Bey büyüdükten sonra aşireti toparlayarak  Safevi hükümdarı Şah Tahmasp’a sığındılar.
Şah kendilerine sığınan Pazuki Aşiretine eski topraklarını geri verdi. Oğul Kılıç Bey yörenin beyi oldu ve ölünce yerine kardeşi Zülfikar Bey geçti. Ancak Zülfikar Bey’in dönemi kısa sürdü. O da ölünce yerine Kılıç Bey’in oğlu 2.Uveys geçti. Annesi tarafından beylik yapması engellenince aşiret beyliğine aşiret ileri gelenlerinden Yadigar Bey geçti. Yadigar Bey Pazuki bölgesini imar yönünden geliştirerek halkın huzur ve refah içinde yaşamasını sağladı. Yörede gelişen huzur ve refah göçlere sebep oldu. O da ölünce yerine geçen oğlu Niyazi Bey geçti. Niyazi Bey babasının sağladığı huzur ortamını devam ettiremedi, onun zamanında olaylar meydana geldi, sahip olduğu iktidar olanaklarını kötüye kullanınca Şah Tahmasp tarafından tutuklanarak Alamut Kalesine hapsedildi. Ziya Bey’in yerine 2. Kılıç Bey atandı. Şah Tahmasp’ın ölmesi ve yerine oğlu Sultan Muhammed’in geçmesiyle beraber Pazuki Beyliğinin sonu geldi.
Safevi Sultanı Muhammed yöresinde refah ve huzuru geliştiren Pazuki Beyliğini önce ikiye ayırarak bir kısımını Kılıç Bey’e, diğer kısmını da zindandan çıkardığı Ziya Bey’e yönetmeleri için verdiyse de beyliğin sağladığı güçle ileride kendisine sorun olacağını düşünerek beyliğin merkeze bağlanmasını emretti ve böylelikle Pazuki Beyliği tarih sahnesinden çekildi...
Bézıkiler yaşadığı coğrafik alan dikkate alınınca neden sürekli yer değiştirdikleri ve diğer aşiretlerle ittifak kurdukları anlaşılır. İki büyük imparatorluğun savaş alanında sürekli saldırı ve talanlara  maruz kalmışlar, zaman zaman saf değiştirmiş, hatta mezhep değiştirmiş olmalarına rağmen katliam ve göçerlikten kurtulamamışlardır. Bu nedenle tarihi kaynaklarda Adilcevaz Bézıkileri, Nahcivan Bézıkileri, Dérsim Bézıkileri, günümüzde de Halit Bey Bézıkileri ve Şeker Bey Bézıkileri diye de tanınmaktadırlar. Halit Bey Bézıkileri, Dérsim, Hınıs, Malazgirt ve Muş civarı, Şeker Bey Bézıkileri ise Bozova civarında yaşamaktadırlar. Ocalan da Şeker Bey Bézıkilerindendir.
Urfa-Bozova bölgesinde halen Arusoğlu ve Aksoy gibi ailelerin aşireti temsil ettikleri bilinmektedir. Dérsim Bézıkileri alevi, Urfa Bézıkileri ise sünni mezhebine mensupturlar...
Yukarıdaki kaynaklar  dikkate alındığında Pazuki ya da Bézıki aşiretinin Türkmenlikle hiç bir alakasının olmadığı görülüyor, ama her ne hikmetse Ocalan tutsaklık koşullarında kapıldığı türkiyelileşme sevdasıyla soy kütüğünü de türkleştirmeye çalışmaktadır.
İlginç olan demokratik kültürü öne süren Apo’cuların anti demokratik tavırla Ocalanın neden olduğu çelişkili durumları eleştiriye kapatmalarıdır. Yani, kült haline gelen Ocalan’ı eleştirmek bir tabu, oysa Ocalan’ı değişime zorlayan STOCKHOLM SENDROMU’nun sebep ve sonuçları tartışmalıyız ki, Kurdistani mücadele ulsalcı çizgiye tekrar dönebilsin.

Aksi taktirde türkiyelileşme siyasetiyle Kürdler kapıkulu uşaklarına, PKK de yeniçeri ocağına  dönüşebilir.
 Fikret Yaşar


Kaynak:
*E.Xemgin- Kurdistan Tarihi
*Şerefxan- Şerefname

*K.Fani Doğan- Bazukiler 





2 Kasım 2013 Cumartesi

Kürdler Neden Devlet Olamıyor ?


Iraktaki kazanım ve Suriye'deki  gelişmeler sonucunda Orta doğu gündeminde önemli bir aktör haline gelen Kürdler devlet olma yolunda önemli adımlar atmaktadır.
Dünyada on bin nüfuslu topluluklar devlet olurken kırk-elli milyon nüfusa sahip Kürdlerin bugüne kadar devlet olamamaları büyük bir talihsizliktir elbet, ama neden engellenmiş ve neden engellenmek istenmektedir, bunu anlayabilmek için geçmişe dönüp bakmak gerekiyor.
 Tarihsel boyut ve din etkisi:
Tarihsel, sosyal, ekonomik, siyasal ve dine dayalı nedenleri olan bu sorunun belki de  son evresini yaşıyoruz, ya da öyle sanıyoruz.  Kısacası umutlanıyoruz, ancak legal siyaset yürüten Kürdlerin devlet istememeleri  ve  sömürgeci tezler çerçevesinde demokrasinin nimetlerinden faydalanmaları gerektiğine dair politik manevralara kanmaları da bu yönlü umutlarımızı yaralıyor.
Sorun yeni değil.
Mezopotamya medeniyetin beşiği olarak bilinir. İlklerin yurdudur Mezopotamya, ilk defa devlet fikri ve buna sebep olan ilişkiler ağı burada oluşturuldu.  Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçilerek yerleşik yaşamın temelleri burada atılarak düzenli  kolektif  yaşama  geçildi. Kurulan şehir devletleriyle ilk defa bu topraklarda kurumsallaşma gerçekleşti.
Platon:” Devlet olma insan olmanın gereğidir.” Der. Aynı zamanda  en iyi devletin bir ütopya olduğunu, ama her kesin böyle bir devleti var sayıp onun kanunlarına göre yaşaması gerektiğini de vurgular. Zagros toplulukları belki en iyi devleti kuramamışlardı, ama insan olmanın gereklerini yerine getirerek şehir devletlerini kurdular.
Bu topluluklar Aryan boylarını oluşturan Sumer/Somer, Elam ve diğer Zagros topluluklarıydı, yani Kürdlerin atalarıydı. Uygarlığa katkılarından dolayı övgü hak eden bu Zagros topluluklarının Kürdlerin ataları olduğunu batılı araştırmacılar söylemektedirler. İsveçli Tarih Profesörü Aron Borelius “ Sanat Tarihi” adlı eserinde Sumerlerin dış görünüşlerini, yani fiziksel özelliklerini öne çıkararak Ari olabileceğini, kuzeydeki Zagroslardan güneye indiklerini söylüyor. Sumerlerin dağlı bir halk ve bu dağların da Zagroslar olduğunu arkeolog Hans Kayser, Sumerolog Kramier ve tarihçi Simo Parpola da söylemektedir.
Zagros topluluklarının yarattığı uygarlık düzeyi devletleşen tüm diğer dünya topluluklarına örnek teşkil etmiş ve bu uygarlıklardan yararlanmışlardır. Yani yerleşik yaşam ve devletleşmenin öncüsü bu coğrafya ve burada yaşayan topluluklar olmuştur, ancak bu döngünün Arap İslam işgalinden sonra değiştiğini ve çöl kültürünün dine baskın gelerek kalıcı bir deformasyona yol açtığını görüyoruz.
Bu süreçten sonra bölgedeki  yerli halklara karşı din kullanılarak sosyo-demografik yapı değişime zorlanmıştır.
Ümmet birliği hikayesiyle sosyo-demografik deformasyona uğrayan Kürdler zihnen Araplaşırken,  gayri Müslimler de soykırımlarla teslimiyete zorlanmış ve bölge tümüyle iktidarı kaybetmiştir.
Bu  durum yeni kültürü kabul etmek zorunda kalan Kürd liderlerde özgür geleceğe koşmak yerine,  başkalaşma ve teslimiyet eğilimine sebep olmuştur.  Emevi,  Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemi Kürd isyanları incelendiğinde ; Kürd liderlerin halife ya da saray arasındaki köprüleri yakmadıkları, Kürdistan ve halkın özgürlüğü yerine  kendi pozisyonlarını güçlendirmeyi,  itibar ve iltifat koparmayı düşündükleri görülmektedir. Her isyan sonrası yenilgi veya teslimiyet daha düşük düzeyde bir statü ile ilişki kurmanın yolunu açmış ve umutlar bir başka bahara ertelenmiştir.
Geleneksel Kürd isyanlarında olduğu gibi günümüzde yaşanan son isyanda da bu zaafın sergilendiğini üzülerek seyretmekteyiz.
Devlet olamamanın tarihsel boyutunu incelerken özellikle şu gerçek dikkat çekiyor ! Kürdler kendilerinden çok işgalcilerine hizmet etmeyi tercih etmişlerdir ! Yani teslim olduktan ya da istilacı güçlerin hegemonyasına girdikten sonra güç ve birikimlerini işgalcinin hizmetine sunmuş ve kalıcı olmalarını sağlayarak devlet olma şanslarını yitirmişlerdir..!
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde de Kürdler emir, komuta zinciri ve yönetim kademelerinden uzaklaştırıldıktan sonra  imha, inkar ve soykırımla hiçlik psikozuna itilmiştir. Kötü muameleyle devlet olma yetenek ve cesaretleri yok edilen Kürdler  egemene tabi olmaya zorlanmıştır.  Kamusal alanda rol almanın tek bir şartı vardı, o da “ne mutlu turkum” diyebilmekti, bu politikayla Kürdlerde hiçlik duygusu yaratılarak geçmişinden koparılmak istenmiş ve  egemenine özendirilmiştir. Bunun da sonucunda Kürdler hiçlik psikozu içinde iktidar ve devlet olma fikrinden vazgeçmiştir.
TC, Arapların bin yıl yürüttüğü kimliksizleştirme operasyonunu yeni bir versiyonla  uygulayarak Kürdleri zihnen formatlarken dini katalizör gibi  kullanmasını da ihmal etmemiştir. Atatürk’ün başta  Kürdleri ve diğer halkları sistem içinde eritmeye çalışırken ileri sürdüğü  " Turk İslam kardeşliği, misakı milli, sınırların değişmezliği, ortak vatanda, ortak paydalarda beraber yaşama" dair argümanlar -ne yazık ki- bugün Kürd siyasiler tarafından dile getirilerek bir kez daha devlet olma şansı ertelenmeye çalışılmaktadır.
Bediuzaman Said-i Kurdi aynı hataya düşerek devlet olma şansını ertelemişti.  Said-é Kurdi Şeyh Said isyanında kendisine danışan Kör Hüseyin paşaya :  “ Müslüman Müslümana kılıç çekmez!“  fetvasını  vererek diğer Kürd siyanlarında olduğu gibi inançsal değerin milli değere baskın çıkmasını sağlayarak isyan kuvvetlerinin dağılmasına sebep olmuştu.
Buna karşılık dindar oldukları halde milli düşünen Kürd şahsiyetler de yok değil... 
Şeref Xan 1596 yılında yazdığı şerefnamede “ dini, bizzat peygamber tarafından Kürdlerin başına sarılan bir musibet “ olarak sorgular. 
Ehmed é Xani de, “Mem u Zin Destanı”nda , “ Arabistan'dan, Gürcistan'a kadar Kürd vatanıdır, ama ne zaman Pers okyanusu, Türk denizi kabarsa kan içinde boğulan Kurdistandır.” Der. Bu yüzden de   Kürd halkının mefaatlerini koruyacak bir devlet ve kralın olmasını şiirlerinde işlemiştir.
“…Ez mame di hîkmeta Xwedê da,
Kurmanc-i di dewleta dinê da,
Aya bi çi wechî mane mehrûm?
Bîlcumle ji bo çi bûne mehkûm?...”
………
“Ger dé hebuya me ittifaqek,
Vék ra bıkıra me inqiyadek,
Rom u Ereb u Ecem temami,
Hemiyan ji me ra kiriba xulami,
Tekmil dıkır me din u devlet,
Tehsil dıkır me ılm u hikmet…”

Xani, Kürd beylerine: “ Ey beyler,  gelin birlik olun ki, bizim de bu mavi gökyüzü altında bir devletimiz, tahtımız, tacımız olsun”. Demekten de geri kalmamıştır...
Devlet projesi milli bir projedir, dini değildir.
Ancak ne acıdır ki bu projenin  temelini atan Xani’yi henüz anlamakta zorlanıyoruz.
Sonuç; Sanırım tarih tekerrür ediyor, egemen kimliğe özenti ve adaptasyon  Kürdleri bir daha  “devlet olmak “ isteğinden vaz geçiriyor. 
Kendimiz olmayı öğrenmeden devlet olmayı da beceremeyeceğiz, vesselam.
 (devam edecek)

Fikret Yaşar
Kaynak:
*Kurdistan tarihi – E.Xemgin
*Kürrtler ve Türkler – A.ÖZER
*Tarih ve Uygarlık -  Şerfhan Ciziri
*Kürtler – Bazil NİKİTİN





   

14 Ekim 2013 Pazartesi

Atatürk Temel Direk mi ?



Kemalistlere göre Atatürk demokrasinin geliştirilmesi hususunda temel direk / referanstır.
Osmanlıda kendi kendini yöneten Kürdler  cumhuriyet döneminde Atatürk’ün siyasi manevraları ile topraklarından, zihinlerinden ve kişiliklerinden koparılıp uşak durumuna düşürüldü.  Oysa cumhuriyet öncesinde Kurdistan özelde Mir ve Mirlikler tarafından yönetilen ve kendi içinde bağımsız ama genelde İslam halifesine bağlı kadim bir diyardı.
Müslüman Arap, Turk, Fars ve Kürd hanedanlarının iktidarları döneminde halife emirnameleri gereği İslam ordusuna insan gücü sağlayarak din adına işgalcilere hizmeteden  Kürdler, Fransız devriminden sonra  Osmanlının başlattığı modernleşme hareketiyle beraber İslam ümmeti içinde sahip olduğu imtiyazları kaybederek soykırımlara  maruz bırakıldı. Kurdistanda görev yapan Osmanlı ordusunun büyük bir bölümü Kürdlerden oluşmasına rağmen din, mezhep farklılığı ve aşiretler arası çelişkiler sebebiyle birbirlerine karşı kullanıldı.
Tarihçi David Mc Dowal : ” Kürdler  Osmanlı emirlerine neden bu denli uydular..? ” sorusuna, “ Müslüman kimliğinin bu işte kuşkusuz büyük payı var! ” diyerek cevap vermiştir. Yine Mc Dowal’ın bildirdiğine göre  Osmanlının yıkılışı boyunca Kürdlerin sadakati devam etti, Ermeni soykırımı ardından gelen açlık ve salgın hastalıklar yüzünden 500 bin sivil, 300 bin asker olmak üzere toplam 800 bin Kürd  Osmanlı uğruna can verdi.
Osmanlıda bağımsızlıklarını alan diğer halklar gibi Kürdlerin de bağımsız olmaları beklenirken, din eksenli propagandalardan etkilenen Sünni çoğunluğun  Anadolu'da gelişen yeni oluşuma destek vermesi bu beklentiyi boşa çıkardı.
Ayşe Hür bir makalesinde Kürd–Türk ittifakını şöyle yorumluyor; Türk–Kürd ittifakının esas amacı binlerce yıl birlikte yaşayan Kürd-Ermeni ittifakını engelleyerek Kürdlerin bağımsızlık taleplerine mani olmaktı…” 
Hatta söz konusu ittifakı engellemek için 1915 soykırımında tetikçi ve hedef olarak Kürdler kullanılmıştır. Osmanlının 1.dünya savaşında yenilmesiyle beraber  1915 soykırımının hesabını vermek gibi ortak bir tehditle karşı karşıya bırakılan Kürdler, daha sonra Rus- Ermeni saldırısında Kafkas, Serhat ve Botan bölgelerini boşaltarak  Amed ve Musul vilayetlerine sığınmak zorunda bırakıldı.  Sonrasında bu alanlara "19. yüzyılın ilk yarısından başlanarak (Maraş, Antep, Malatya, Harput, Van, Erzerom, Kars, Ağrı ve Erzincan'a) önemli ölçüde Türk nüfus sızdırıldı. O gün için sızdırılan nüfus bugün bu illerde sömürgeci devletin fiili ve ideolojik varlığının dayanağı durumundadır." (http://cebaxcor.blogspot.com/2013/10/nicin-ozerklik-sorusunun-cevab-tehcirde.html?spref=fb   )
Türklerle Kürdler arasında kurulan şer ittifakın anlaşılabilmesi için Erzurum, Sivas kongreleriyle Amasya protoklünün bizi ilgilendiren kısımlarına göz atmak gerek.
Erzurum Kongeresi:
Erzurum kongresinin sonuç bildirgesi 8.maddesi ; “milletlerin kendi mukadderatını tayin ettiği bu devirde merkezi hükümetimiz de milletin iradesine tabi olmak zorundadır.”  Demektedir.  Kürdlerin ileride bağımsızlık dahil her türlü seçeneğe sahip olduğunu, konunun seçilecek yeni meclis üyelerince görüşülerek karara bağlanması gerektiği vaad ediliyordu. Ancak sonuç bildirgesinde yazılanlar kağıtta kaldı ve Turk meclisi hiç bir zaman bu konuyu gündemine almadı.
Kandırıldıklarını anlayan Kürdler -bu nedenle- silahlara sarıldı. 1920 de Cemilé Çeto ve İbrahim Paşa liderliğindeki isyanları 1921 deki Koçgiri isyanı takip etti...
Sevr antlaşmasında da Ermenilerle Kürdlerin aynı coğrafya üzerinde hak iddia ederek karşı karşıya gelmeleri Kemalistlerin işine yaramış ve muhalif güçler karşı karşıya getirilerek böl yönet politikasıyla oyun dışı bırakılmıştı.
Atatürk Nutuk’ta: ” Bağımsız Kurdistan kurulmasıyla ilgili hareket önlenerek ortadan kaldırıldı ve bu amaca hizmet edenler yola getirilerek Kürdlerin Türklerle birleşmesi sağlandı.” Der.
Milli mücadeleyi başarıyla sonuçlandıran Kemalstler Kongrelerde Kürdlere vediği sözlerden geri adım atarak şer ittifakı bozdu (1923). İlerleyen yıllardaki Kürdler karşı yürütülen politikada Rıza Nur gibi turancılar söz sahibi oldu. Şeyh Said isyanıyla beraber bu ırkçı ekip radikalleşerek Takrir-i Sükun dönemiyle Kürdleri yok sayıp Türklüğü dayattı.
Türk ırk temeline dayandırdığı ulus devlet modelini modernleştirmeyi hedefleyen  Turancı ekip, ürettiği resmi tezlerin tümünde başta Kürdler olmak üzere diğer halkları sistem içinde tutmak ve eritmeyi esas almıştı. Bununla Misak-ı milli sınırları içinde bin yıllık Turk İslam kardeşliğini tesis etmek, sınırların değişmezliği ve ortak paydalarda entegrasyonu gerçekleştirerek ortak vatanda birlikte yaşamak, amaçlanıyordu !
Bunu başarmak için tüm tarihi belgeler  tahrif edildi, adeta tarih yeniden yazıldı.
İngiliz tarihçi Edward H.Carr der ki: “ Tarih boş bir çuval gibidir, bu çuval içine koyduğunuz malzemeyle şekil kazanır.”
Amasya Protokolü:
Atatürk’ün Kürd politikasına dair pek bilinmeyen  bir başka belge ise Amasya Protokolüdür. (Ekim 1919)
Eylül 1919 Sivas Kongresinden sonra  Amasya’da buluşan Mustafa Kemal,  Rauf Orbay, Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti ve diğer ilgili paşalar Kürd meselesini görüşürler.
Hazırlanan protokolün 1. Maddesinde; “ Osmanlı Devletinin düşünülen ve kabul edilen sınırının (Misak-ı Milli) Türk ve Kürdlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürdlerin  Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkanszılığı, bu sınırın en aşağı bir talep olarak kabul edilmesinin lüzumu ile müştereken kabulü. Bununla birlikte  Kürdlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarfından Kürdlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güden hareketlerin önüne geçmek için bu hususun Kürdler tarafından bilinmesi uygun görüldü…” Demektedir. (Sonraki süreçte bu madde Turancılar tarafından Nutuk’tan çıkarılıyor.)
Atatürk ve arkadaşlarının 22 Temmuz 1922 tarihli gizli meclis celsesinde de -bağımsız Kurdistanı kurmak için İngilizlere karşı savaşan Mahmud Berzenci’yi kontrol altına almak için çaba sarf ettiği görülmektedir.  El Cezire-Kuzey Irak komutanlığına, “ Kürdlerin oturdukları bölgelerde hem iç, hem de dış siyasetimiz açısından göreceli olarak yerel yönetim biçimini uygun görüyoruz…” diyerek Guneydeki Kürdlerin gardını düşürüyor, ama İngiliz saldırılarına karşı da destek sağlaması gerektiğini de hesaba katmıyordu.

Atatürk’ün İzmit konuşması:
İzmitte gazetecilerle yaptığı konuşmada Kürd sorununun Türklerin çıkarına uygun olmadığını vurguluyor. Milli sınırlar içinde var olan Kürdlerin pek az yerde yoğun olduklarını, Türklerle hısım akrabalıktan dolayı Kürdler adına bir sınır çizmenin imkansız olduğunu, bunun yapılması halinde Türkiye'nin mahvolacağını, “Teşkilat-ı Esasiye Kanununa” göre yerel özerklik hakları tanınarak bu sorunun çözülebileceğini, zira Meclisin sahibinin hem Kürd, hem de Türk vekiller olduğunu bu iki halkın kaderlerini birleştirebileceğini dile getirmiştir.

Araştırmacı Ayşe Hür ise konuyu şöyle aktarıyor: “… Başlı başına bir Kürdlük düşünmektense Teşkilatı Esasiye Kanununa göre bir tür yerel özerklikler oluşturularak bu sorun çözülebilir. Aksi taktirde ifade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait bir durum yaratmaları daima mümkündür. Meclisin asli unsurları bu iki halkın vekillerinden oluşmuştur, bu iki unsurun çıkarları ve kaderleri aynıdır. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz…
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından 1980’lerde yayınlanan 2000’e Doğru Dergisinde ise yukarıdaki ifadelerden biraz daha farklı olarak :” Mersin ve Sinop arası Kürdlerle Türkler arasında bıçak sırtıyla bir sınır çizmek zordur, zira bu iki halk hısım ve akrabalıkla birbirine öylesine karışmışki onları ayırmak Türkiyeyi mahveder… ” açıklanıyordu.
İki Halkın ayrılması hainde turkiyenin mahvolacağını düşünen Atatürk, izlediği politikayla da ihya olunamayacağını ne yazık ki düşünememiştir. Mersin, Sinop arasına bıçak sırtıyla bir sınır çizip Kürd ve Türk’ün ayrılmasını engellemiş, ama, ne iyi ki bu iki halkın ayrılması halinde Kurdistanın Batı sınırının nerede başlayıp, nerede biteceğini de  resmi ağızdan ifade etmeyi ihmal etmemiştir..!
Kuruluş aşamasında Kürdler ve Türkler kardeşçe yaşamaya devam edecektir, diyen Atatürk, cumhuriyetin ilanı takip eden aylardan sonra  -1923’ün ortalarına doğru- verdiği tüm sözleri unutup -önce- devlet kademelerinde görev yapan Kürdleri görevden alarak yerine Türkleri yerleştirmiştir. Akabinde Kürd bölgelerindeki köy, kasaba, şehir, dağ ve ova gibi yerel isimleri değiştirdikten sonra  Kürd sözcüğünün eğitim ve hukuk sisteminden çıkarılarak yasaklanmasını sağlamıştır.
Atatürk’ü temel direk gören Kemalistler, Atatürk’ün 1923 sonrası keskin dönüşünü henüz fark etmemiş olmalılar denebilir, ama işin aslı öyle değil, sorun psikolojiktir, hipnoza uğramış, devşirilmiş kişiler aşamadığı efendisini temel direk sanır.
Kürdlere bir sınır  tayin etmek imkansızdır, Turkiyeyi mahveder, ama özerklikler olabilirler, diyerek Kürdlerin başta topraklarını, zihinlerini, hayalleri ve umutlarını ele geçiren  Atatürk’ü Kürd vicdanında aklamanın yolu yoktur.
Bu nedenle Dersim celladına  “temel direk” demek ve Turki tezlerde çözüm aramak Kürdlere fayda sağlamaz.

Fikret YAŞAR
Kaynak:
·         Kürtler ve Türkler – Prof. Dr. Ahmet ÖZER
·         Radikal Gazetesi – Ayşe HÜR
·         2000’e Doğru Dergisi
·         http://cebaxcor.blogspot.com/2013/10/nicin-ozerklik-sorusunun-cevab-tehcirde.html?spref=fb


20 Ağustos 2013 Salı

KRAL ÇIPLAK

“ Düşünüyorum, öyleyse vurun..!”
Sosyal medyada legal Kürd siyasetine yönelik eleştirisel paylaşımlarımdan dolayı tepkiler alıyor hatta kimi zaman da, “ hoca cahil biri size zarar verebilir!” uyarısıyla da karşılaşıyorum.
Yarım asırdır yürütülen bir mücadelenin  ters yüz edilerek turki tezlerle yürütülmesini içime sindiremedim bir türlü…
Bunca bedel boşuna mıydı?
‘Misak-ı milli’,  ‘türk islam kardeşliği’, Kurdistan’da çizilen sömürgeci sınırların değişmezliği, ortak vatan paydasında buluşmak ve devlet istemezlik tezlerinin türki  olduğunu, Kürd ve Kürdistan’a statüsüzlük ve uşaklıktan başka bir şey vermeyeceğini düşünüyor, düşünüyor ama içinden çıkamıyorum, nereden bakarsan bak, anti Kürd bir plan ..!
Diplomasiyle alakası yok yani..!
Ulusal değerleri ve programı terk edip egemenin tezlerine sarılmak ihanet mi, siyaset mi bilemiyorum, 3-4 milyon insan bu politikadan medet umarken, ben ve bir avuç Kürdün endişelenmesi ne kadar doğru, ne kadar yanlış?
Bana anlamıyorsun diyenler var, biliyorum.
Doğrudur, anlamakta güçlük çekiyorum, bu takiye mi, diplomasi mi, yoksa siyasette yeni bir refleks mi, merak ediyorum! Çünkü bir bakıyorsunuz bin yıllık islam kardeşliği söylemiyle  ümmetçi kesilen kralımız, arkasından  Kemalist-kızıl elmacı sol ile seçim ittifakları kurduruyor!
Bunu ve bu politikalardan medet umanları anlamakta zorlanıyorum gerçekten, anlayan varsa beri gelsin de açıklasın.
Ne ilginçtir ki, kral da kendisinin anlaşılmadığından şikayetçi..!
Birkaç gün önce Cemil Bayık’ın süreçle ilgili “bu bir aldatmacadır…” demecinin yanı sıra, Mustafa Karasu'nun da buna benzer bir değerlendirme yapması umut vericiydi. Dağdakiler kaygılarımızı mı paylaşıyor, yoksa..? diye düşünmedim değil.
Varsayalım ki Kandil kaygılarımızı paylaşıyor, görüntü öyle, ama Türk başbakanın danışmanı  Akdoğan'ın , “ süreci zehirleme…” diyerek  Bayık’ı ikaz etmesi de endişelendirdi. Çünkü, Karayılan da vakti zamanında bu tür tepkileri göstermişti,  sonrasında  Akdoğan, “İmralı’ya seni şikayet ederim” demiş ve Karayılan’ı bulunduğu mevkiden etmişti.
Yine düşünüyorum; Türk devleti mi yönetiyor Kürd siyasetini?
Öyle görünüyor ki, Türk devleti başından beridir Öcalan’ı ve PKK’yi itibarsızlaştırıp Kürdleri bölmek ve silahlı gücü pasifize ederek sorunu bildik yöntemlerle çözmek istiyor. AKP’nin,  ”PKK’nin ancak % 20’si yurt dışına çıktı” bahanesiyle adım atmamaya diretmesi de bundandır, zamana oynuyor, çünkü süreç Kürdlerin aleyhine çalışıyor, o  yüzden de adım atmıyor, kaldı ki Türk hükümetinin verdiği bir söz bile yok.
Devletin Kürdler için adım atmayacağını sağır sultan da biliyor, ama aynı devlet Kürdleri pasifize edecek projelere imza atan ve kendisine hizmet sözü verenlere bir şeyler verebilir.
“Stockholm sendromu” yaman hastalıktır! Adamı her türlü kılığa sokar.
Gelişmiş toplumlarda otorite, uzmanlık, statü, güç ve liderlik yeteneği ister, ama bizim gibi geri kalmış toplumlarda ise sorgulama/tartışma-eleştiri suç sayıldığı için gücü ele geçirmek  otorite olmaya yetiyor. 
Liderlik kurumunu tartışıyor olmamızın sebebi de budur.
Davayı  kişi, cemaat, örgüt ve parti değerlerine teslim edip ulusal çizgiden sapmamızın sebebi de budur.
Yani zihnen geri ve kuşatılmış durumdayız, bu yüzden dağlara özgürlük şiarıyla giden gençlerimizin-şehitlerin kanı üzerinden yürütülen sözde demokrasi oyununa inanıyoruz.
Bağımsızlık şiarından vazgeçip demokrasi tezine teslim olan Kral'ın ulusal değerlere sahip çıkıp Gandi ve Mandela gibi onurlu bir mücadele vermesini hangi Kürd istemezdi ki..?
Kaç Kürd bu yüzden partisinden ayrıldı ve kaçı da muhalif düşünüyor diye infaz edildi?
Tüm bedellere rağmen kazanılan bir şey var mı? Üstelik Kral da yazdığı senaryoyla ilgili kuşkuları ve kendisine giydirilmek istenen elbiseden rahatsız olduğunu ifade etmedi mi?
Ama doğruları biz söyleyince kötü oluyoruz.
Bütün bunları başından beri yazıyor konuşuyoruz, ancak egemen kılınan korku ortamında bizim gibi düşünenlerin çoğu pragmatik nedenlerden dolayı susmayı tercih etti. Kapalı kapılar ardındaki sohbetlerde “hoca, haklısın, ama…” demeyi de ihmal etmiyorlar lakin..
Karşıt platformlarda davayı eleştiren Kürd aktörlerin kimi zaman kantarın topuzunu kaçırdığını düşünmüyor değiliz. Ancak unutulmaması gerekir ki, eleştirilerin tümünde göz ardı edilmeyecek bir mesaj var, o da “ Kral çıplaktır !”
Evet kral soyulmuştu, ama her ne hikmetse kralın çıplak olduğunu anlamak istemedik, kralın tutsak edilip soyulduğunu kabullenemedik, hipnozdaydık hala da – kısmen – hipnozdayız.  Kral’ın ele esir düştükten sonra zihnen formatlanmış ve mutasyona uğramış olduğunu kabullenemiyoruz, vesselam.
Kralın zihnen formatlanması PKK'yi de olumsuz yönde etkiliyor, bu yüzden de PKK ile kralın özdeşleştirilmesini içime sindiremedim bir türlü.
Hejaré Şamil’in yazdığı gibi: “…Bizlere göre PKK, Türkiyesizliktir, İransızlıktır, Iraksızlıktır, Suriyesizliktir.
Bizlere göre PKK, Kurdistanlılıktır, Kurdistanîliktir.
PKK budur, PKK böyle olmalıdır, böyle de olmak zorundadır….
PKK, Kurdistan demektir.
Asla Türkiye demek değil. Asla Suriye demek değil…
Demokratik Türkiyecilerin canı cehenneme.
PKK, Kurdistan’ı yüzyıllar boyunca sömüren leş kargalarından kurtarma mücadelesi verdi.
Bizlerin bugünkü görevi, PKK’yi Kurdistan’ı yüz yıllar boyunca sömüren leş kargalarının ellerinden kurtarmaktır…” ("Bir Sovyet Kürdünün 15 Ağustos yazısı". kurdistan-post.eu)
Dağdaki kahramanlarımız Kürd ve Kürdistan’ın özgürlüğü için can verirken onlardan güç alan kral ve takipçileri MİT terzisinin diktiği sözde demokrasi elbisesini PKK ve Kürd halkına giydirmeye  çalışıyorlar.
Bu elbiseyi giyenlerin ulusal talepleri yok ve tüm ulusal içerikli talepleri “ilkel milliyetçilik” olarak değerlendirmeleri de manidardır.
Bu kesim ulusal kongrelere de el attı.
Yakında (Eylülde) Hewlêr’de yapılması kararlaştırılan Ulusal Kongrenin Kürdler arası birliği sağlayarak ulusal değerleri ve çıkarları ön plana çıkaracağı ön görülüyor, öyle olması gerekiyor elbette, ancak, ulusal talebi olmayanlar bu kongrede neyi savunur?
Sayın Ahmet Önal kurdistan-post sitesindeki makalesinde, … parçalanmış bir ulusun birliğini, programsal olarak ülkesel düzeyde ele almayan bir Ulusal Kongre, ulusal birliği hedeflemiş sayılamaz. Ulusal birliği esas almayan bir ulusal kongre ise ulusal kongre sayılamaz..." ("Ulusal Kongre", kurdistan-post.eu) derken haklı bir noktaya dikkat çekiyor..
TC’nin Kürd ulusal kongresine tepkisi ve piyonları aracılığıyla Kürd ulusal birliğini engellemek istediği ve buna göre de senaryosu olduğu aşikârdır.

Enternasyonalist kimliğe devşirilmiş ‘demokratik türkiyeciler’in, yani kralın adamlarının bu kongre ve sonrasında önlerinde iki yol olduğunu düşünüyorum:
1-Ya  Hewlêrdeki katılımı kendi lehlerine çevirip çoğunluğu elde ederek sonuç bildirgesini örgütsel çıkarlarına uygun bir şekilde çıkaracaklar, ki, Amed’te yapılan konferansta bunu denediler ve kısmen başardılar denebilir.
Ya da,
2-Ulusal değerleri ön plana alarak, bir Kürd hareketi olduğunu göstermeli ve strateji değişikliğine giderek özerklik, federasyon veya bağımsızlık çizgisine dönecekler.
Bizim için uyulması gereken doğru şık 2.dir.
Aksi taktirde sayın Beşikçi’nin dediği gibi, süreç adı altında Kürdlere sunulan Kürdista'nın inkarıdır.
Beşikçi, TC, temeli yanlış atılmış bir binadır, temelini düzeltmek yerine, Kürdler çatısıyla uğraşıyor, diyor.
Doğrudur, Kemalizmin güdümünde ve tabanı olmayan sol hareketin Kürde verebileceği azami hak, misak-ı milli içinde,  - Kurdistan’sız -  vatandaşlık hakkıdır.
PKK bir ulusal hareket olacaksa farklılıkları şemsiyesi altına almalıdır, sadece lojistik destek isterken ulusal, ama pratikte parti, örgüt ve lider sultası anlayışıyla hareket etmesi yanlıştır.
‘Ben bilirim’ kibrinden kurtularak ulusal kurumların oluşumuna öncülük yaparken ulusal değerler çerçevesinde, ortak paydalarda samimi olmalı ki birleştirici olsun, aksi taktirde mücadeleyi sürekli kılmanın ve büyütmenin başka yolu yoktur diyen hoca haksız mı yani?
Yanlış mı bütün bu değerlendirmeler, elbette hayır, ama mürit psikozundakiler bunu anlayamazlar.
Bunu başarmaları için öncelikle lider kültü ve hipnozundan kurtulmaları gerekir.
Görmeleri gerekir ki, liderin yürüttüğü türki tezlerle Kürdistan’a bir özgürlük  yolu yoktur.
Liderlik kurumunun önemini dikkate alarak lidere sahip çıkmak güzel, ama düşmanın tezleriyle hareket eden bir liderden fayda gelmeyeceğini de geç olmadan görmek gerek.
Başta dediğim gibi, kralın ileri sürdüğü turki tezler ne diplomatik ne de takiye amaçlıdır.
Bağımlı olduğu otoriteye verdiği hizmettir.
Kandil bu çıplak gerçeği fazla saklamamalı, “kral çıplak” demelidir!

Fikret YAŞAR

30 Temmuz 2013 Salı

KÜRDLERİN KULLANDIĞI ALFABELER -2


5- Bin u Şad ve Massi Suarati Alfabesi:


Bin u Şad ve Masi Surati'nin hükümdarlık statüsüne sahip iki Kürd aşireti olduğunu Keldani asıllı bilgin İbni Wehşiye'den öğreniyoruz.

İbn Wehşiye (m.s.9.y.y.) antik dönemde kullanılan alfabelere dair kaleme aldığı “Şewqul-Müsteham Fi Marifetul Rumuzul-Eqlam” adlı eserinde  antik dönem Kurdlerinin Bin-u-şad soyundan geldiklerini, bilim, felsefe, sihir-büyü ve teknik konularda Keldanilerle rekabet halinde, ama tarım  ve botanik dallarından öncülük yaptıklarını, Hz. Adem'e nisbet edilen Tarım ve diğer kadim kitaplara da sahip olduklarını yazar.

Keldanice, Arapça ve Kürdçeyi çok iyi bilen İ. Wehşiye, Kürdlerin kullandığı alfabeyi şu şekilde açıklar: “Alfabe çok eski olup 37 harften oluşmaktadır, 30 harfin Arapça karşılığı olmasına rağmen son 7 harfin karşılıkları bulunmamaktadır. Bu sembollere (harf) denk gelen sesler kendilerine özgüdür, bu yüzden de Arap alfabesinde karşılıkları yoktur. Harf/sembollerin sıralamasında Suryani ve Arap alfabelerinde kullanılan “EBCED” sistemi bulunmaktadır. Geriye kalan 7 harfin telafuz ve benzerlerine başka herhangi bir dil ve alfabede rastlamadığını ve bu alfabedeki sesler ve stilin kendine özgü olduğunu belirtmektedir.”

İ.Wehşiye daha sonra Kürt alfabesiyle yazılmış eserlerin varlığından hatta bir defasında 30'a yakın Kürtçe kitap gördüğünden şöyle bahseder: “Ben Bağdat'tayken bir lahit içerisinde bu alfabeyle yazılmış 30'a yakın kitap gördüm. Şam'da bu alfabeyle yazılmış iki tane kitabım vardı. Biri üzüm bağları ve hurma ağaçlarının dikimi, diğeri ise su kaynaklarının tespiti, kaynakları bulma ve yüzeye çıkarma yöntemleri ile ilgiliydi. Ben bu kitapları Kürt dilinden Arap diline tercüme ettim. Bunu yapmamdaki amacım insanların bu eserlerden yararlanmalarını sağlamaktı.”

Yukarıda kullandığı “alfabe çok eski…” ifadesi İ.Wehşiyenin zamanına göre onlarca asır geriye gider. Zira Yunan ve Mısır’ın Hiyeroglif alfabesiyle araştırmacı arasında 1500 yıldan daha fazla süre bulunmaktadır. Buna rağmen, onlar için eski alfabe ifadesini kullanmamaktadır. Ona göre “eski” ifadesi binlerce yıl demektir. Bu demek oluyor ki söz konusu Kürd alfabesi Firavun ve Yunanlılardan çok öncesine aittir.
Bir başka Arap araştırmacısı Muhammed Hamdullah, İ.Wehşiye döneminde yaşamış olan Kürd asıllı Ebu Hanife ed-Dinewerî’nin “Kitab el-Nebat” adlı eserini incelerken, kitaptaki bitki isimlerinin Arapça ve Farsça olmayan başka bir dilde yazıldığını fark eder. Bu sözcüklerin önce Grekçe olduğunu, ancak araştırmalarını derinleştirdikten sonra bu isimlerin Grekçe değil, Dineweri'nin mensubu olduğu Goraniceye (Kürdçe) ait olduğunu belirtir. Arap botaniğinin babası sayılan  Kürd asıllı Dinewerî'nin botanik çalışmalarının  yanısıra Kitabı'n-Nahl vel-Asel (bal ve bal arısı) ve “ Ensab el- Ekrad” (Kürdlerin soyu) isimli eserlerinin olduğu da bilinmektedir.

Kısacası, Bin u Şad ve Masi Surati alfabesiyle yazılan eserler Kürdlerin erken tarihte bilimsel eserler ortaya koyduğunu göstermektedir.  Abbasiler döneminde başlayan tercüme faaliyetleri sırasında İ.Wehşiye’nin Kürdçeden Arapçaya tercüme ettiği eserler sayesinde Kürt edebiyatı ve bilimsel çalışmalarının kökeninin çok eskilere dayandığını öğrenmiş oluyoruz. (Eserlerin nüshaları Paris Bibliotheque Nationale ile Tahran Sipehsalar Kütüphaneleride bulunmaktadır.

Kürdlerin daha sonra kullandığı alfabeler sırasıyla şunlardır:
6-ézidi alfabesi: 31 harften oluşmaktadır. Bu alfabeyle “mıshefa Reş” ve “ cilve” adlı eserler yazılmış olup, halen Kürd ézidiler tarafından kullanılmaktadır.
7-Arap Alfabesi: Kürdler İslamiyeti kabul ettikten sonra bu alfabeyle tanışmışlardır. Dini kendilerine araçsallaştıran Araplar Kürdlere ait eski eserleri küfür içeriyor düşüncesiyle fetih sürecinde yok etmiş ve alfabelerini dayatarak asimile etmişlerdir. Kürdler pek çok edebi eser ve bilimsel çalışmalarını bu  alfabe ve dili kullanarak üretmek zorunda kalmışlardır.
8-Kril Alfabesi: Bu alfabe Kurdistana sor Devleti ve doğu bloku coğrafyasındaki Kürdler tarafından kullanılmış/maktadır.
9-Latin Alfabesi: Kullandığımız alfabedir.

Tarihçiler medeniyetin kaynağının Mezopotamya olduğunu ileri sürerler, tıp, matematik, astronomi ve ilk icatların bu coğrafyada yapılmış olması araştırmacıları bu sonuca götrmüştür. Medeniyetin doğduğu ve  boy verdiği bu coğrafya aynı zamanda savaşlara, talan ve işgallere de maruz kalmış ve ne üzücüdür ki dışarıdan gelen barbar kavimler bu coğrafyanın halklarını mağdur ederek uygarlığa darbe vurmuşlardır.
Bu coğrafyanın asıl yerlisi olan Keldani, Suryani, Asuri ve Kurdlerin  dilleri, kültürleri ve tabii ki alfabeleri uygulanan zulüm, baskı ve soykırımlarla yok edilmeye çalışılmıştır. Kim bilir, yok edilmeye çalışılan bu halklar işgal ve talana maruz kalmasalardı –belki- bugün dünyanın çehresi daha farklı olurdu.

Makaleyi bitirmeden dil, kültür ve iletişim birliği konusunda Babil tarihinden bir efsaneyi sizlerle paylaşmak istiyorum.  
Dünyanın yedi harikasından biri olan ünlü Babil Kulesini bilirsiniz.
El Tabani “peygamberler ve krallar tarihi” adlı eserinde Kral Nemrud’un Tanrı Marduk adına bir kule yaptığını, ancak hava şartları kule yapımını zorlayınca Bulutlar Tanrısı’na kızarak göğe doğru ok atarak tanrıyla savaştığını anlatır.
Nemrud’a kızan Bulutlar Tanrısı, kızgınlığını göstermek için kule yapımında çalışan işçilerin dillerini unutturup, her birinin anlaşılmaz sesler/dillerle konuşmalarını sağlar. Birbirini anlamayan işçiler anlaşmazlığa düşerler, keşmekeş yaşanır ve kule inşatı yarıda durur...

Kıssadan hisse;
Bilindiği üzere dil hayatın olmazsa olmazıdır.
Alfabe, dilin sembollerle ifadesi, ya da yazıya dökülmüş halidir.
Kültür yüklü semboller aynı zamanda kültür taşır, bireyleri topluluk üyesi haline getirir, yığın halindeki kalabalıkları kurumsal yapılara dönüştürür,  “ulus” ve “ devlet” inşasına katkı sunar.
İşgalcilerin emanet coğrafyada kendi dil ve kültür öğelerini bize dayatmalarının sebeb-i hikmeti de bu olsa gerek.
Devlet olmak, ya da olmamak..!
(devam edecek)

Fikret YAŞAR

Kaynak:
- İbn Wahşiyye- Şewqul-Müsteham Fi Marifeti Rumuzul-Aqlam.
-Ebu Hanife ed-Dinewerî- Bal ve Bal Arısı. (Ümit Demirhan-Hivda iletişim-2008)
-El Tabani - Peygamberler ve Krallar Tarihi.
-Kürt Tarihi Dergisi- 5. Sayı



                

10 Temmuz 2013 Çarşamba

KÜRDLERİN KULLANDIĞI ALFABELER -1

Kürtler kendilerinin Pinoşad'ın soyundan geldiklerini söyler ve Hz. ådem'e nisbet edilen Tarım Kitabı, Safaris ve Kosami'ye ait kitaplara sıkça başvururlardı. Yedi Kitabın yanı sıra Dewanay'a ait Mushaf'ın kendilerinde olduğunu, sihir ve büyü ilimlerinde bilgi sahibi olduklarını iddia ederlerdi.” İbni Wehşiye.

Alfabe “ sözcüğü eski Yunan kökenlidir.

Seslerin sembollerle ifadesi ise Sümerlere, yani günümüzden 5000 bin yıl öncesine uzanır.

Tarihi belgelerden edinilen bilgiye göre Sumerler sesleri sembolize eden çivi biçimi formlar geliştirerek yazı yazmışlardır. Sümerleri Akad, Elam, Babil, Hitit ve Asur gibi bir çok Mezopotamya uygarlığı kağıda, taşa, toprağa biçimlendirilmiş semboller çizerek ya da kazıyarak kendilerini ifade ettiler.
Sumerlerden sonra Eski Mısır, “hiyeroglif” denen sembollerle ortaya çıkmış ve kullanım özellikleriyle ideomgramatik mantıkla kendini ifade etmiştir.
Bunun yanı sıra Maya Uygarlığı kökenli Güney Amerika alfabeleri de dikkat çekmektedir.
Günümüzde kullanılan modern alfabenin kökeninin ise Fenikelilere dayandığı kabul edilmektedir. Bir İngiliz arkeoloğu olan H.Petrie, 1905 yılında Sina yarımadasında bulduğu bir kitabeden yararlanarak, ilk alfabenin M. Ö. 2000 yıllarında, Sami asıllı Finikeliler tarafından kullanıldığını ve Fenikelilerin yazı sistemini kurmakta eski Mısırlıların hiyeroglif alfabesinden yararlandığını belirtmiştir.
H.Petrie’ye göre Sami alfabesinden bu alfabeler türemiştir:
1-Güney Alfabesi: Habeş, Semud ve Galla alfabeleri,
2-Kuzey Alfabesi: Fenike ve Arami Alfabeleri.
Yine  Petrie’ye göre İbrani, Yunan ve Latin yazıları Fenike kökenlidir. Arap, Pehlevi, Uygur ve Hind alfabesi de Arami kolundan türemiştir.
Eski Türkler’in kullandığı Uygur Alfabesi de bölgede egemen olan İrani halkın kullandığı  Sami alfabesinin kuzey bölümünün Arami dalındandır.
Yukarıda belirtildiği gibi, ortaya çıkan arkeolojik bulgular ışığında, Ön Asya ve Mezopotamya olarak tabir edilen Kürt coğrafyasının uygarlığa atılan ilk adımlarda öncü olduğu bilim çevrelerince kabul görmüştür. Yani, insanın hikayesini araştıranlar, modern insanın atasının Orta doğu’da bir yerlerde ortaya çıktığı yönünde ortak görüş belirtmektedirler.

Kürtlerin kullandığı alfabeler:
Medeniyete öncülük yapan kavimler sözlü dilden sembollerle ifade edilen yazılı dile geçerken ya dönemin mevcut alfabelerinden birini alıp kendi dillerine uyarlamışlar, ya da kendileri  bir alfabe icat emiştir.”
Kürde ait her şeyin yok sayıldığı ve başka kavimlere dayandığı yönündeki iddiaların dillendirildiği günümüzde yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılan belgeler oldukça önemli ve de anlamlıdır. Zira işgalciler yürüttükleri politikalarla Kurdi değerleri kendilerine sayarken ret ve inkarla emanet coğrafyadaki iktidarlarını da uzatma niyeti gütmektedirler.
Yapılan araştırmalar gösterdi ki, Kürdler de modern insanın doğuş yeri olarak kabul edilen Mezopotamya’da bir çok alfabe kullanmış ve bu alfabelerle kitaplar yazmıştır. Kullandıkları Alfabeler arasında en çok dikkati çekenler; 1- Sumerler’in “çivi yazısı”, 2-Pehlevi,  3-Avesta, 4-Arami, 5-Binu Şad ve Masi Surati, 6- Arap, 7-ézidi, 8-Kril ve  9- Latin Alfabeleridir.

1-SUMER ÇİVİ YAZISI:
Kurdlerin ataları kabul edilen Goti, Horri, Mitani, Kassi ve Med’ler bu yazıyı kullanmışlardır. Ancak Med’ler bu yazıyı zengin Kürd fonetiğine uyarlamak için 36 harften oluşan alfabede -6 harf artırarak-  42 harfe yükseltmişlerdir.
Arap tarihçi Nazim Hacani “Kürd ve Kürdistan Tarihi” adlı araştırmasında şöyle der:”  Kürdlerin atalarının bu yazı ile yazdıkları en eski eserler bugün Londra Müzesinde korunan NUH TUFANINA ilişkin olan bazı tabletlerdir.”

2-PEHLEVİ ALFABESİ:
Pehlevi alfabesi 24 harften oluşmaktadır. Bu alfabeyle 3. Ve 7. Yüz yıllar arasında Gorani Lehçesinin Feylice şivesiyle bazı kitaplar yazılmıştır. Bunlar; Zend Avesta, Dinkerd, Bondhişin, Pendnamegi Zaraduşt u Minoki Xired,  Sinbad-é Behri (SİNBAD), Hezar u Yek Şev, udayname, Karname, Ayiname ve Kelile u Dimne’dir.

3-ARAMİ ALFABESİ:
Araştırmacılara göre Kurdler  4. Yüzyıldan itibaren “çivi yazısı” nı terk ederek Pehlevi Alfabesinin yanısıra Arami ve Yunan alfabelerini de kullanmışlardır.
Arami Alfabesiyle yazılmış metinler “Hewramani Kitabeleridir.”
1909 yılında Hewraman Bölgesinde bir mağarada yapılan kazıda bu kitabeler bulunmuştur. Bugün Britanyada bulunan bu kitabeler M.Ö. 22. ve 11.y.y.da Aşkaniler döneminde yazılmıştır. Kitabeler üzerinde araştırma yapan Prof. Minns, kitabelerden birinin Yunan alfabesiyle yazıldığını bu arştırmayla ilgili çalışmasını da 1915 yılında “Helenistik Araştırmalar” dergisinde yayınlamıştır. Arami Alfabesiyle yazılan kitabeler ise  Sami dilleri uzamanı olan A.Cowley’e gönderilerek çevirisi sağlanmış ve kitabenin üzüm ve  şarap satışıyla ilgili 8 maddeden oluştuğu tespit edilmiştir.
Arap tarihçi Cemal Reşid Ehmed “Zuhurul Kurd Fit Tarix” (Kurdlerin Tarih Sahnesine Çıkışı) adlı çalışmasında bu kitabenin orijinal şeklini kayd ederek Arapçaya çevirmiştir.  22 harflik Arami Alfabesinden sadece 14 harfin bu kitabede yer aldığı görülmüştür.

4-AVESTA ALFABESİ:
 Bir çok İrani kavim tarafından kullanılan bu alfabe Med’ler tarafından Kürd fonetiğine uygun olarak 45 harften oluşturulmuştur. Sumer alfabesine 6 harf eklemelerinin nedeni de yine zengin Kurd fonetiğidir.
Otuzdan fazla dil bilen Amerikalı Dil Bilimci Michel Chayt, dünyada var olan diller arasında  Kürdçeyi en zengin dil olarak gösterirken kullanılan ses farklılıklarını ve değişik Kürd bölgelerindeki seslendirme şekillerine dikkat çekmektedir.
Kürdçeye has olan ve dil bilimcilerin açıklamada güçlük çektiği seslendirme farkını  Amed valisi D.halid Paşa “.. fil Lugatul Kurdiye” adlı eserinde şöyle açıklamaktadır.  “Ker”  sözcüğü Kürdçede bir kaç anlama gelir, ancak  yazılışta bir fark olmadığı halde seslendirmede ancak Kürdlerin anlayabileceği ve telafuz edebileceği ses farklılığı vardır.
Ker: eşek, sağır, parça  (bir nesneden ayırılan parça) anlamlarına gelir, ama her bir ifade için  “k” ve “e” seslerinde nüans farkları oluşur.
Kurdçenin tarihçesi adlı makale de: “Dr. Speizer, Zagros manzumesini oluşturan dört grubun Subaro, Goti, Kassi, Médi ve Lolo toplulukları ile Ararat Kurdler’inin her birinin kendine özgü bir dili olduğunu, bunların ayrı gibi görünmelerine, ya da farklı kelimeler barındırmalarına rağmen dildeki temellerinin aynı olduğunu söylemektedir.  Médi/Med dilinin Mekri (Makri) Kurdçesi olduğu ve Avesta’nın da Mekri Kürtçesiyle yazıldığı yine tarihçiler arasında kabul görmektedir.  Bu teori Hevart ve Darmis tarafından da desteklenmiştir. İran İzlenimleri” kitabının yazarı Darmis : “Medeler’in dili Avesta diliydi, Avesta dilinin Med dili olduğu…”nu  bilgilerinize sunmuştum.
Aşağıdaki listede de günümüzde kullanılan Kürd dilinin Avestaya olan benzerliği gösterilmektedir.
Örnek:
Avesta
Kürdçe
Türkçe
Açıklama
Atir
Adir, agir, ayir
Ateş

Axişti
Aşti
Barış
X=ğ
Avar
Havar
Çığlık

Bu
Bu, bun
Olmak

Da
Da, dan
Vermek

Dag
Dax,
Dağlamak
Türkçeye geçmiştir
Esp
Hesp
At
Binek hayvanı
Kuda
Kuda, kive
Nereye

Mahye
Meh
Ay


Liste buna benzer ortak kelimelerle uzayıp gidiyor.

5- BİNU ŞAD VE MASİ SURATİ ALFABESİ: Bu alfabeyle yazılmış otuz Kürdçe kitap gördüğünü ve bu kitapların Kürdlere ait olduğunu “Şewqul Musteham Fi Marifetul Rumuzul Eqlam” adlı eserinde  belirten Keldani asıllı tarihçi ve bilim adamı İbni Vehşiyedir (M.S.8.. – 908).
Bu alfabeyle ilgili bilgiler uzun olduğu için gelecek yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum.
(devamı gelecek yazıda)

Fikret YAŞAR
Kaynak:
-Kürt Tarihi Dergisi 6. Sayı





  

19 Haziran 2013 Çarşamba

ARAP / TURK DÖNEMİDE KURDİSTAN





Mezopotamya tarih boyunca pek çok saldırıya maruz kaldı, ancak bu saldırıların en önemlisi Asur, Roma-Bizans, Ermeni, Pers, Arap ve Turkler tarfından yapılanlarıydı. Özellikle Araplar ve Turkler onarılmaz şekilde Kurdistanı tüm değerleriyle istila ettiler.
Kurdistana ilk Arap akını M.S.637 yılında yapılmıştır.
Araplar, Mezopotamya’ya girdikten sonra İran'a yönelerek Sasaniler  ile Kadise’de savaştılar. Savaşta Sasaniler yenildi, savaş sonrasında Arap birlikleri İran topraklarında ilerleyerek kadim Aryan kültür değerlerini yıkıp yakarak talan ettiler. İslamiyeti Kabul etmeyenleri de esir alarak köle pazarlarında sattılar.  Araplar bu zulmü din-cihad adına yaptılar, oysa İslam devrimi kölelik, cehalet ve haksızlığa karşı yapılmıştı.  Hz. Muhammed, Arab’ı Aribenin, yani asıl Arapların İslam değerlerini yozlaştıracağını bildiği için, ‘ benden otuz yıl sonraya kadar hilafet devam edecek, ondan sonrasında da saltanat dönemi başlayacak,’ demişti.  

Araplarla Kurdlerin karşılaşması:
Kurdler ilk defa 637 yılında Musul civarını istila eden Sad bin Vakkas komutasındaki Arap ordusyla karşılaştılar.  Musul civarını ele geçiren Araplar Zagroslara yönelerek Kürd ve Farsların beraber yaşadığı topraklara girdiler.  Zagrosları aşan Araplar, İran içlerine doğru ilerleyerek Sasani kralı II.Yezdegardı Nehavend yakınlarında yenilgiye uğrattılar. Sasanilerle yapılan savaşlar Kürd bölgelerinde meydana geldiği için, savaş sonrası Arap ordusunun giriştiği soykırımdan en çok Kürdler etkilenmişti.
Daha sonra Nehavend ve Hemadan gibi Kürd şehirlerini ele geçiren Araplar, diğer Kürd şehirlerine Samgan, Darabad ve Şehrizor’a yöneldiler. Arap İslamını yaymak ve ganimet elde etmek hırsıyla hareket eden istilacılar bu şehirleri de ele geçirdikten sonra Azerbaycana kadar ilerleyerek Kurdistanın büyük bir kısmını ele geçirdiler. Ancak Erdebil’de büyük bir direnişle karşılaştılar. Direniş karşısında Erdebil valisi ile sekiz yüz dirhem karşlılığında antlaşma yapmak zorunda kalan Araplar, antlaşmaya gore halkın can ve mallarına dokunmayacak, dini bayramlarına karışmayacak ve çevre köy ve kasabalara saldırmayacaklardı.
Bu dönemde Kuzey Mezopotamya ve Anadolu’ya saldıran Araplar Bizanslılarla yaptıkları Yarmuh savaşından sonra Suriyeyi de ele geçirdiler. Suriye topraklarına hakim olunduktan sonra (639) İyad bin Ganem komutasında Kurdistan’a yönelen ordu Cizre, Nusaybin, Mardin, Hasankeyf, Urfa, Meyaferqin, Amed, Eğil, Bidlis, Ağlat ve civarındaki yerleşimleri   kıyımdan geçirdi. İslamiyeti Kabul edenler ve dağlara kaçanlar dışında kurtulan olmadığı, hatta uzun süren Amed kuşatması sırasında da binlerce Kürd’ün katledildiği tarihi kaynaklarda belirtilmektedir.
Suriye’nin tamamen ele geçirilmesiyle bölgeye yerleşen Emevi hanedanı 660’lı yıllarda halifeliği Ali’den aldıktan sonra İslam dininin merkezini Şam’a taşıdı. Başa geçen 5. Halife Muaviye, halifeliğini tanımayan müslümanları kılıç zoruyla kendine bağlayarak muhaliflere göz açtırmadı. Sınırları doğuda Hindistan, Batıda İspanya’nın karşı kıyılarına (Afrika) kadar uzandı.  İstanbul’u fethetmek istediysede başaramadı.
“Emeviler, feth ettikleri yerlerde İslam’ı gerçek anlamda insanlara tebliğ edecekleri yerde daha çok yağmacı bir politika güderek, işgal ettikleri yerlerin zenginliklerini yağma etmişler ve insanlara da zülm etmişlerdir. Buna ilaveten işgal altında tuttukları bölgelerdeki diğer kavimlere ‘Araplaştırma’ politikasını gütmüşlerdir. Bu politikalarını meşrulaştırmak ve yaptıklarını haklı göstermek için, ‘uydurma hadislere’ veya başka bir ifadeyle, işgalci ve Araplaştırma politikalarına destek için ‘hadis uydurmuşlar’dır.”
Emevi politikalarından en çok Kurdistan etkilenmişti. Doğan her Kürd çocuğuna Arapça isim veriliyordu, zira Arapça isim cennetin kapısını aralıyordu. Bugün bile Kurdlerin büyük bir kısmının isimleri Arapça, diğer kesiminin de adı sonraki istilacıların eseri olan Türkçedir. Oysa Kur’an’ın Hücurat süresi, 13 ve Rum süresi 22. ayetlerden biliyoruz ki yüce yaradan, insanları kavimlere ve dillere ayırmış ve herkese bir kavmiyet hakkı tanımıştır. Yaradanın verdiği kavmiyet hakkı ve kültür değerlerini beğenmeyip, bir başka kavmin kültür değerleriyle gönüllü devşirilmeye razı olanların şirk koştuğunu –her ne hikmetse- mellalar bugüne kadar dile getirmeyerek işgal ve asimilasyonun meşrulaşmasına aracı olmuşlardır. Peygamber bile “ başkalarına benzmeyin” derken, Allah’ın verdiği kavmiyet hakkının önemine ve buna uymayanların küfürde olduğuna dikkat çekmiştir.

Kürdler celladını sever !
Emevi İmparatorluğunun yıkılışında büyük rol alan büyük komutan Eba Müslim-é Xoresani Kürd olmasına rağmen gözlerini ve beynini kör eden Arap aşkıyla emir komuta yetkisini Hz. Muhammed’in amcasının oğlu Abbas’a vererek Kurdistan’ı bugüne dek süren esaret ortamına –bu yüzden- mahkum etmiştir.
Kurdistan’a yerleşen Arap istilacılar, (Emevi ve Abbasiler) bölgede kalıcı olmak için orta asyadan gelen paralı Turk askerlerin yerleşik hale geçmesine de olanak sağladılar. Bağdat yakınlarında kurulan Samara kenti buna örnektir. Daha sonrasında Bizans'a karşı kullanılmak üzere Maraş, Malatya, Amed, Adana ve Erzerom şehirlerine de Turklerin yerleşmeleri sağlandı. Böylece yukarı mezopotamya Bizans ve Araplardan sonra yeni bir halkla tanışmış oluyordu.
Özellikle halife Mehdi zamanında bölgede yerleşmelerine izin verilen Turkler, halifenin has adamları ve koruyuculuğunu yapıyordu. Halife Memun ve Mutasım dönemlerinde de Turk ordusu halifenin esas ordusu durumunda idi. Bizans'a karşı girişilen savaşların çoğu Turk ordusu ve takviye Kürd gücüyle yapılıyordu. Ancak Eba Müslüm Xoresani ve Babek Xoremi ve sonrasındaki Kurd isyanları nedeniyle Kurdlerin orduda emir komuta kademesine yükselmelerine izin verilmedi.  
Turklerin emanet coğrafyaya yerleşme isteği ve fetihçi anlayışı Arab’ın cihad anlayışla örtüşmüş ve bu iki istilacı güç Allah adını kullanarak Mezopotamya’yı kana bulamıştı.
Dinsizin hakkından imansız gelir misali, Mezopotamya’ya yerleşen Turkler görünüşte halifeye bağlı olmasına rağmen –sonraki süreçte- kendi başlarına buyruk davranarak Arap egemenliğine son verdiler.
Halifelik makamını siyasi destek babında kullanan Turani güç Bizanslılara karşı başarılar elde ettikçe Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemeye başlamıştı. Kürdler ise din adına giriştikleri ittifakta kendi coğrafyalarında ikinci güç haline gelmiş savaş, yağma ve soykırımdan en çok onlar etkilenmişti.
Turk, Kurd ve Araplardan oluşan İslam ordusunun saldırıları karşısında gerileyen Bizans ordusu toparlandıktan sonra harekete geçerek önce Kürd Şeddadilerin elinde bulunan Arran bölgesini (Gence, Nahçivan, Beylekan, Dubeyl ve Berdaa) vergiye bağladı, güneye yönelerek Erzerom, Axlat, Bidlis, Malatya, Maraş, Samsat ve Reha (urfa)’yı Müslümanlardan aldıktan sonra (965),  Nusaybin ve Antakya yörelerine girerek yukarı mezopotamya bölgesini yıkıma uğrattı. Tüm bölgeyi ele geçirmelerine rağmen kale surları sağlam olan Amed ve Meyaferqin’i Mervanilerin elinden almayı başaramamışlardı.  
Bir istilacı, başka bir istialcıyı Kürd yurdu üzerinde kovmaya çalışıyordu, Bizans’ın bölgeyi tekrar ele geçirmesi Arap ve Turk ittifakını daha da güçlendirmiş, ancak bu durum, otoritenin orduya komuta eden Turklerin eline geçmesine sebep olmuştu.
Tuğrul bin Muhammed bin Mikail bin Selçuk Bizans'a karşı harekete geçerken bölgede egemen olan Müslüman Kürd hanedanların kendisine biat etmesi için, halifeye emirname yazdırıp izin istedi, Mervaniler, sembolik değer taşıyan ve Turklere hizmet eden halifenin emirnamesine karşı gelince, Müslüman Kurdler ile Turkler arasındaki ilişkiler gerildi. Bunun üstüne Tuğrul Bey  on bin kişilik bir orduyu Amed üzerine gönderdi. Amed’i ele geçiremeyen öncü ordu çevre köy ve yerleşimleri yakıp yıkarak yağmaladı. Yağma ve ganimet paylaşımında anlaşamayan öncüler kendi aralarında çatışınca, Mervaniler tarafından bozguna uğratılarak ellerindeki savaş malzemesi ve ganimetler geri alındı.
Birinci saldırıda başarısız olan Tuğrul Bey, 1064 de ikinci bir orduyu Amed üzerine gönderdi. Bu ordu da başarıya ulaşmadı, üstelik ordu komutanları teslim alındıktan sonra başları kesilerek Tuğrul Bey’e gönderildi.
Tuğrul Bey 1067 yılında öldü ve yerine kardeşinin oğlu Alparslan Muhammed bin Davud geçti.
Tahta oturan Alparslan Muhammed bin Davud, Bağdat’a giderek halife El Qaim’e sultanlığını onaylattı.
Bu sırada Mervaniler taht kavgasındaydı. Mir Nizameddin'in kardeşi Said’le arası bozulmuştu. Said öldürüleceği korkusuyla Alparslan’a sığındı. Sultan Alparslan iki kardeşi barıştırarak Nizameddine Meyafeqin’i, Said’e de Améd beyliğini vererek Mervanileri ikiye böldü. Alparslanın halife destekli siyasi nüfuzu Kürdleri bölmüş Turkleri güçlendirmişti. Mir Nizameddin öldükten sonra yerine geçen Mir Muzaffer Mansur başarısız olunca Mervani hanedanı sona erdi.
Alparslanın yerine geçen oğlu Melikşah (asıl adı:Celalüddevle ved’din Muzizddin Ebul Feth Melikşah’tır.) Mervanilerin durumundan istifade ederek Amed üzerine ordusunu gönderdi, direnemeyen Kürd yönetimi tarihe karışarak yeni istilacılarına teslim oldu.
Geriye dönüp baktığımızda iki istilacı gücün dinden faydalandığını, bugün bile hala Kürdlerin büyük çoğunluğunun din maskesiyle kandırılıp mağdur  edildiğini, bu yüzden de Arap-Turk İslamından kaçan okumuş Kürdlerin batı menşeli özgün olmayan politikalara savrulduğunu görmekteyiz.   

Kısacası Kürdler din maskeli Arap kültür emperyalizmi ve ardılı  işgalci güçlerin kültür kodlarıyla devşirildiler. Bu yüzden de özgün düşünce, inanç ve kültür kodlarına iltifat edemiyor ve kimliklerine sahip çıkamıyorlar

Fikret YAŞAR

Kaynak:

-1946 Mehabad Kürt Cum. – William Aegloton (M.E.Bozarslan)
-İslamiyete kadar Kürt Tarihi – E.Xemgin
-Kürt Kökenli Byük Boylar – W.Tori
-Med İmp.Sonrası Kürtler- W.Tori
-Mervani Kürtleri Tarihi- M.E.Bozarslan